HAMDİ YILMAZ – Bizim sessiz kuşak

1970 – 1980 arasının Türkiye’sinde gürültülerin ortasında büyümemize rağmen, bizim kuşak pek sessiz kaldı, mütevaziliği elden bırakmadı. Can verdi, dayak yedi, piskolojik baskının dikâlasını yaşadı ama feveran etmedi, devlete küsmedi. Omuzuna küstü!

Ülkeyi anlattılar, tarihi hatırlattılar, geleceği gözler önüne serdiler ama kendilerini anlatmadılar. Aradan 30 küsür yıl geçmesine rağmen hâlâ kendilerini anlatma noktasında aynı mahcubiyeti ve çekingenliği yaşıyorlar.

Bundan bir kaç yıl önce olmalı Yeniçağ gazetesinden Ahmet Gürsoy’un yazısını okuyunca, yukarıda anlattıklarımı düşünmüştüm. Sevgili Gürsoy’un yazısının başlığı bile bir destan gibiydi. Mütevazilik, saygınlık, nezaket ve asalet kokusu taşıyor. Kimbilir, Türkiye’nin muhtaç olduğu koku da budur. Başlığa bakar mısınız;

“Size kendimi anlatabilir miyim?”

İş, devletin ilelebedliğine, Türk milletinin sonsuza dek var kılınmasına gelince aslan kesilen, herşeye rağmen birilerinin Babrak Karmal olmasının önüne geçen bizim nesil sıra kendisine gelince böylesine mütevazileşti. 50 yaşını devirenimiz bile ilk okul çocukları gibi, “Size kendimi anlatabilir miyim?” diye soruyor. Oysa el oğlu en mahrem noktalarını bile çarşaf gibi seriyor. Biz bizi anlatmazsak, hatta anlatmayınca birileri bizi anlatmaya kalkıyor ve o anlatılan da biz olmuyoruz. Gürsoy’a teşekkür ederek, O’nun bahsettiği dönemden birkaç satırı da bu vesile ile ben aktarayım size.

Bülent Ecevit başbakan, CHP iktidar olmuştu. Solun Ankara’da ele geçiremediği bir tek –ogünkü adı ile- Yüksek Teknik Öğretmen Okulu kalmıştı. O yıl bir tek bizim okul ülkücü mezun edecekti.

Camiaya moral olur gerekçesi ile mezuniyet gecesi yapmaya karar verdik. Bunu da öğrenci derneği adına yapabilirdik. Ortada dernek falan da kalmamıştı. Başkan cezaevinde, başkan yardımcımız kaçak olmalıydı. Sanıyorum ben de Genel Sekreterdim.

İzin dilekçesini yazıp, Ankara Valiliğinden havale ettirdikten sonra Ankara Emniyet’inde bir Müdür yardımcısının oda kapısını tıklayarak içeri girdim. Dilekçeyi verdim. İzin alma şansımız hiç yoktu. Adam dilekçeyi okudu, bizim kim olduğumuzu anlamak için adrese takıldı ve derneğin adresini yüksek sesle tekrarladı. Adamın bir misafiri vardı, söze karıştı ve bana, “Kınalı Pavyon’un üstü mü?” diye sordu. Saniyelik tereddütten sonra “evet” dedim. Adam da, “ben bu çocukları tanıyorum. Bunlar iyi çocuklar” dedi. Müdür yardımcısı da işi uzatmadı ve izin imzasını attı.

Oysa, dilekçedeki adres yani derneğimizin resmi adresi bizim kuşağın çok iyi bildiği Ankara Ocağı’nın adresiydi. Ecevit başbakan olmuş, Ocağın yerinde de yeller esiyordu. O tanımadığım adama hâla minnettarım. Kınalı Pavyon’u da hep merak ettim ama, levhasını dahi hiç görmedim.

Güzel bir gece oldu. Ertesi günü de geceyi yaptığımız MİSK binasını bombaladılar.

Bize sanatçıları da Ahmet Gürsoy’un TÖMFED’i temin etmiş olmalıydı.

(Bu yazı 2 Nisan 2015 tarihinde yayımlanmıştır)

0 Paylaşımlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir