HAMDİ YILMAZ – “Heç bilmedim ömrüm nece geldi nece getti”

Bir araştırma için internete daldığımda hatırımda olan, 1980 – 1981 yıllarında Kayseri’de yayımladığımız Doğuş Edebiyat Dergisi’nin “Esir Türk ellerindeki edebiyatçılar” dizisini bulmak, Aralarında Azeri Türkü yazar Anar’ın da olduğu, bilmem kaçıncı kez kopyalanarak yapılmış (o devrin baskı teknolojisi gereği) metal klişeden basılmış silik yazar resimlerine ulaşmaktı.. İnternet bu, fahişe cazibeliği ile bizi bambaşka diyarlara götürdü..

Çeyrek yüzyıl öncesi devlet memuru olduğumuz için Doğuş Edebiyat’ı bir tabela derneğinin adına sahibi olarak yayımlamışız. Ardından Kenan Evren Darbesi olmuş, tabela derneği de ortadan kalmış, bu sefer de işçi olan Hanım’ın adına yayımlamışız.. Sonra devlet memurluğunu bırakmış, doğrudan kendi adımıza yayımlamışız vs.

Bu vesile ile Doğuş Edebiyat ile ilgili Google arama sitesinde açılan 55 sayfada nelere rastlamadık, nelere..

Kimler Doğuş edebiyatta yazdıklarını övünçle anlatmamış ki..

Herkesler vardı da, bir bizim adımız yüzlerce dosya içinde bir kaç yerde geçiyordu. Bizimle beraber derginin diğer emekdaşlarından Doğuş Edebiyatı’ın isim babası Erdoğan Tanrıöven’in, Adana’nın Yumurtalık ilçesinde tesadüfen gittiği Cuma Namazı’nda İmam’ın hutbede kendi şiirini okuduğunu gördüğü zaman sesini bile çıkarmadan camiyi terk eden Köksal Akçalı’nın ve Mehmet Delibaş’ın isimlerine ise hiç rastlamadık. Oysa, bir şiiri veya bir makalesi Doğuş Edebiyat’ta yayımlanan bugünün nice meşhurları vardı internette..

Neyse, Büyük Türk yazarı Anar Rızayev’in kitaplarının birisinin arkasında bulduğumuz yazı o anki ruh halimize nasıl da denk düştü.. İşte, kitabın arka kapağındaki yazı; “Çoğumuz için hayat beklemekse ve ancak her şeyi kaybettikten sonra bekleyecek bir şeyimiz kalmıyorsa, işte belki o zaman çıkmaya kalkışacağımız asıl yolculuktan önce hangi türküyü söylemek geçer aklınızdan: ‘Delice bir ağlamak gelir içimden…’

Oysa, içinizde delice bir gitme cesareti de olsa, ne kadar uzaklaşabilirsiniz bulunduğunuz kıyıdan? Şuşa’dan gelip bir konferansa katılır, sonra binersiniz bir Ankara-İstanbul otobüsüne.

Kaderiniz değişecektir, babanızdan dinlediğiniz ve çocukluğunuzdan beri sokaklarında dolaşmayı hayal ettiğiniz bu büyülü şehirde, İstanbul’da.

Karnınızı ucuz lokantalarından birinde paranızı kuruş kuruş hesaplayarak doyurduğunuzda, radyodan yükselen Yasemin Kumral’ın ‘Geldi geçti ömrüm benim / Şol yel esip geçmiş gibi’ diyen kırık sesi, ‘Efsus ki yarim gece geldi gece getti / Heç bilmedim ömrüm nece geldi nece getti’ şarkısına dönüşünce, sizi yıkılmaktan alıkoyan bir yaşama sevincini hissedersiniz hala.

Kaderin sizi hangi köşede beklediğini bilebilir misiniz, peki? Nazım’ın, Orhan Veli’nin, Yahya Kemal’in eşliğinde gezilen bir şehrin, aynı zamanda o gezginin yazgısı olacağını tahmin edebilir miziniz? Her biri birer kalp sancısı gibi gelen anıların bir ‘yol öyküsü’ne dönüşeceğini? Bir otel odasının uzunca bir ömrün karşılığı olacağını?”

(Bu yazı 09 Mart 2008’de yayımlandı)

0 Paylaşımlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir