HAMDİ YILMAZ – Halkımız kendi geleceğini mi şekillendiriyor?

Samiha Ayverdi, Meşrutiyet dönemini anlatırken, “bizdeki inkilâplar hep hakanî olmuş ve halktan, şuurlu bir iştirak görülmemişti” diyor.
‘Hakanî’ kelimesine özellikle dikkatinizi çekmek isterim.
Bizde birileri hep lûtuf buyurarak haklarımızı vermiş veya inkilâplar yapmış. Halkın bu yönde bir uğraşı ve çabası yada başarısı olmamış.
Aslında olması istenmemiş, olmasına da fırsat verilmemiş. Devletin en güçlü olduğu, lalezarlarda keyif çatıldığı dönemlerde bile halkın sırtında sopa kaldırılmamış, kimsenin başını dikleştirmesine fırsat verilmemiştir.
Gül bülbül edebiyatı ile Sadabâd’da sanatın zirve yaptığı dönemlerde bile devletin asli unsuru Anadolu’da, Canikoğullarının, Çapanoğullarının yada bilmem ne oğullarının insafına terk edilmişti.
Geçen hafta sonu Türkiye’yi kana bulayan, Türk milletinin silahı ile Türk milletinin kurumlarını vuranlara gösterilen tepkilere bakınca insan düşünmeden edemiyor: Acaba, Ayverdi’nin tesbiti şimdi mi gerçekleşiyor?
Halk kendi geleceğini şuurla şekillendiriyor mu?
***
Neyse biz yine Ayverdi’ye dönelim. Ayverdi, Parlamenter sistemi getiren kadronun kifayetsizliğini ve tepeden inmeciliğini anlattıktan sonra ilave ediyor; “Eğer parlamenter rejim, böyle fikirsiz, felsefesiz, mantıksız bir açıdan değil de, memleket gerçeklerinin zorladığı doğal ve gerçek yönden gelmiş olsaydı, üstümüze geçirilen zehirli bir yılan derisi değil, ölçüsü ölçümüzü tutan bir kaftan olacaktı”.
Meclisi Mebusan’ın ilk toplandığı 13 Aralık 1877’den bu yana parlamenter sistem üzerimize dar geliyor. Bu yüzden yakamızı darbecilerden kurtaramıyoruz.
Ayverdi, Meclusu Mebusan’ın açılışını anlatırken de, “gayesi gizli, kaynağı belirsiz, çılgın bir meserretle sokaklar coşup, taşıyor, meçhul kimseler tarafından ellerine bayraklar verilen baldırı çıplakların yaygaraları şehri inletiyordu. Bir kütle feverânı bütün insanları sarmış, dostu düşmanı sanki birbirine kardeş kılmıştı.
Öyleki İngiliz sefirinin arabasının atları çözülüyor, araba göstericiler tarafından çekiliyor, konsoloslukların önünde dostluk ve kardeşlik gösterileri yapılıyor; açık arabalara bindirilmiş papazlarla imamlar yol boyunca birbirlerini kucaklayıp öpüyorlardı.”
Son 4 gündür yaşadıklarımızı bir de bu açıdan değerlendirmekte fayda var.
Halkımız son yıllarda ilk defa iktidar veya muhalefet yanlısı ile top yekün bir mutabakat ortaya koydu. Yarım yamalak da olsa demokrasimize sahip çıktı.
Bu bizim mutabakatımız, bu halkımızın mutabakatı.
Önce demokrasi.
(Bu yazı 19 temmuz 2016 tarihinde yayımlanmıştır)
***
İKİNCİ YAZI
FETO mantısı yediniz mi!
Türkiye’de Ermeni vatandaşlarımızın yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde, ‘Ermenilerin yağlı kete’si kaypak Müslüman’ı dinden çıkartır’ diye bir özlü söz var.
***
İtirafçı Astsubay S.A, ifadesinde, Elazığ’da okuduğu lisede FETÖ yapılanmasıyla tanıştığını belirterek, “Lisede sınıfın en başarılı öğrencisiydim. Üst sınıflardan birkaç kişi bir gün yanıma gelerek, beni üniversitede okuyan arkadaşlarının yanına çiğ köfte yemeye davet ettiler. Çiğ köfte yemeye gittiğimde üniversitede okuyan 5 ev arkadaşı bana, ‘Biz derslerimizde çok başarılıyız. Hem kendimizi geliştirmek hem de size yardımcı olmak istiyoruz. Bu nedenle derslerinizde size yardımcı olmak istiyoruz. Bunun karşılığında sizden herhangi bir ücret talep etmiyoruz’ dediler. Paralel yapı ile tanışmam burada oldu.” demiş.
Arkası gelmiş gabii.
***
1990’lı yıllarda bir dikta rejiminden yeni kurtulduğu için sudan çıkmış balık konumundaki Romanya’da, soydaş çocuklarını FETÖ hiyerarşisinde Romanya’ya bakan İl olan İzmir’e götürüp, pasaportlarını da ellerinden alarak ‘Işık evleri’ dedikleri karanlık deliklere tıkmıştı Fetullahçılar.
Fetocular Romanya’daki işadamlarını da mantı yemeğe davet ederek söğüşlemişlerdi. Onlar, lise öğrencileri gibi meteliksiz değillerdi çünkü.
Önce mantı yediriyorlar, ardından da CIA’ya Hizmet Hareketi’ne himmet topluyorlardı. 100 dolara hovarda Türklere dini nakah kıyarak işe başladıkları günlerin ardından insanları tanımaya başlayınca ‘Mantı’ yeme daveti devreye girmişti.
Elazığ’da lise öğrencilerini S.A.’nın anlattığı gibi çiğ köfte ile avlayanlar, Romanya’da da mantı daveti yapıyorlarmış..
Demek ki, mantı, çiğ köfte gibi yöresine göre kullandıkları iyi mutfakları varmış FETÖ’nün. Ama o mutfakta yaptıkları ‘Yurt’ta sulh’ darbe Dolmasını kimse yutmadı. Aksine, çiğ köfte ve mantı ile avladıkları insanlar da uyandı.
40 yıllık emekleri ve saltanatları 15 Temmuz’da bir gecede yerle yaksan olunca, bu sefer bürünecek kuzu postu aramaya başladılar.
Artık kandıracak Türk kalmayınca dümeni yabancılara kırdılar. En iyi kuzu postunun da CIA karargahları oldukları ileri sürülen okullar olduğunu anladılar. Türklerin gönüllerinden kovulan FETO’cuların ellerinde şimdi bulundukları ülke kanunlarına göre kurulan ama öyle çalışmadığını henüz o ülke yönetimlerinden kimsenin bilmediği okullar ile onları kale gibi koruyan medya araçları kaldı.
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun dediğine bakılırsa FETO’cular Kırgızistan’da da kurdukları okullarda 25 yıldır yetiştirdikleri sayesinde darbe yapma hazırlığı içine girmişler.
Şimdi anladınız mı, Hıristiyanlaştırılmış bir Müslümanlıkla, Papa- Gülen ittifakının himmetini!
Allah Türkiye’yi bunlardan arınma yoluna soktu, darısı diğer ülkelerin başına.
(Bu yazı 1 Ağustos 2016 tarihinde yayımlanmıştır)
***
ÜÇÜNCÜ YAZI
Bu vatan kimin ?
Gergin, yorgun ve yoğun geçen bazı günlerin
ardından yaptığım gibi yaptım dün akşam. Önce Şairin, “harita’da güzel adın
okunmaz / Uzanıp da bir el sana
dokunmaz” dediği Şirin Kırşehir’e gittim. Memleteketten ajansların geçtiği
tabut resimlerine bakarken birkaç sanatçıdan dinledim bu türküyü..
Sonra, “Sivas
ellerinden”i, “Erzincan’a girdim ne güzel bağlar”ı, “Oy Giresun, Giresun”u,
“Ahlat’ın başındayım”ı, “Urfalıyam ezelden”i, “Ürgüp’ten de çıktığımı
görmüşler”i, “Estel -Midyat arası”nı, “Çamlığın başından tüter bir tütün”ü..
hatırlayarak zihnimi dört nala Bükreş’ten Anadolu’ya sürdüm.
Baktım yoruldum..
“Adına türkü yakılmamış bir karış
toprağımız var mı Anadolu’da” diye göğüs geçirdim.
Sıra sıra duran tabut resimleri, 92 yıllık ömrünün 70 yılını öğretmenlik
yaparak geçiren Kastamonulu Orhan Şaik Gökyay’ın “Bu vatan kimin?” sorusunu
hatırlattı.
Cevabı yine Şair vermiş; “Bu Vatan,
toprağın kara bağrında sıra dağlar gibi duranlarındır.”
Giresunlu şehit Cengiz Sarıbaş’ın annesi Gülyaz Sarıbaş, “Benim bir oğlum daha
var. Gerekirse onu da şehit veririm. Ama Başbakan bu açılımdan vazgeçsin”
tavsiyesinde bulunmuş. Muşlu şehit Ferit Demir’in ağabeyi Mahsum Demir
kardeşinin tabutunu “Vatan sağolsun” diye karşılamış.
Hataylı şehit Fatih Yonca’nın babası Bülent Yonca, “Açılım maçılım istemiyorum”
diye bağırmış.
“Canileri bulun!” diye haykıran bir başka şehit babasına bakanlardan biri “kanı
yerde kalmayacak” demiş.
Ve AB Dönem başkanlığı tarafından yapılan açıklamada, 7 şehitle sonuçlanan
“saldırının Türk hükümetini demokratik açılım sürecinden caydırmaması temenni”
edilmiş.
Emriniz olur!
“Türkü bilmeyen Türk’ü ne bilir!” diyor bir başka şair.
Bugün babalarının tabutları öptürülen 2-3 yaşındaki şehit çocukları yarın
büyüdüklerinde ve babalarını her hatırlayışlarında bir başka öğretmen şair olan
Arif Nihat Asya’nın dili ile haykıracaklar;
“Onlardan kaldı bu toprak / Biz gezip tozmayalım mı? / Yabanlar kıskanır
diye / Destanlar yazmayalım mı?”
Türk, toprak, türkü ve vatan..
Aralarındaki gizemli sırrı yeryüzünde
Türkler kadar bilen bir başka millet olmasa gerek.
(Bu
yazı 11 Aralık 2009 tarihinde yayımlandı)