HAMDİ YILMAZ – 15 Temmuz 2016 atmosferi
İki haftadır 15 Temmuz 2016 taşeron çetenin kanlı darbe girişiminin ardından ve öncesinden yayımlanmış yazılarımla, o günleri unutmamamız gerektiğini anlatmaya çalışıyorum. O darbe girişimi ve öncesi ve sonrasında Romanya, bunların iyi beslendikleri, iyi palazlandıkları, sinsi amaçlarını iyi pazarladıkları bir ülke oldu.
2008 yılında ABD’de sıkışınca Romanya’da UNESCO Temsilcisi sıfatı ile Murfatlarlı papaz oğlunun verdiği ödüle sarılan Fetullah’ın nasıl allame olduğunu ABD’li hakimin ağzından tekrar dikkatinize sunuyorum. Bugün tekrar dikkatinize sunduğum son yazıya bakabilirsiniz.
De, aklıma takılan soru şu; ABD, Fetullah’ı acaba tam olarak bu 2008 yılı oturum sıkıştırması sonucunda mı teslim aldı?
Türk ordusuna darbeler serisinin başlangıç tarihlerine dikkat edilirse, öyle gözüküyor. Neyse, biz tarihe ayna tutmaya devam edelim ve size o günlere ait iki yazı daha sunalım…
***
İKİNCİ YAZI
Türk Milleti Ordusu ile vardır
Klasik bir söz gibi gözükse de Dünya’da ordusu ile kaynaşmış, askerliği her türlü maddi menfaat beklentisinden arındırmış Türk’ün dışında bir başka millet daha yoktur.
Bu yüzden Türkler ordusuna her daim güvenmiş ve sonsuza kadar da güvenmeye devam edecektir.
Ezelden ebede yolculuğumuzun yeğane unsuru da budur.
Şimdi herkes bir numaralı askerlik uzmanı kesildi ve yorum üstüne yorum yapıyor, yapsınlar, mahsuru yok.
***
8 Temmuz 2008 tarihli yazımızda şu ifadeleri kullanmışız;
“Sağ duyu sahipleri, 12 Eylül darbesini, ‘Ordu bizim göz bebeğimizdir. Zaman zaman puslu görebilir. Ne yapayım yani, göz bebeğim puslu görüyor diye onu bıçakla söküp atayım mı?’ anlayışı ile Göz Bebeğimiz Ordumuza sahip çıkmaya devem ettiler, ediyorlar.
2000’li yılların başında belli başlı Avrupa kentlerindeki otel salonlarında, organizatörlüğünü Türkiye’den kaçmış ipsiz, sapsızların yaptığı ‘Türk Ordusu ve Demokrasi’ minvalli toplantılar başladığında aynı anlayışla, kalemimizle onların karşısına dikilmiştik. Yazıp çizmemize rağmen kimsenin de umurunda olmamıştı. O tür toplantılar meyvelerini şimdi başka boyutlarda Ankara’da, İstanbul’da veriyor.”
***
İktidardakilerin gafleti yüzünden içerisinde sinsice, hatırı sayılır miktarda da olsa FETÖ’cü sokulmuş diye Ordumuza sırt mı çevireceğiz?
24 Ağustos 1516’da Memlüklülere karşı kazanılan Mercidabık Zaferi’nin tam 500’üncü yılında (Bu tarihin tesadüf olmadığı anlaşılıyor) yeni bir sefere çıkan Ordu, 26 Ağustos 1071’de Türklere Anadolu’nun kapsını açan Ordu, bugün kutladığımız 30 Ağustos 1922’de Başkomutanlık Meydan Muharebesini kazanan Ordu, aynı ordudur. Türk Milleti’nin Ordusudur.
Kara Kuvvetleri temeli; Hun İmparatorluğu döneminde Mete Han tarafından M.Ö.209 yılında atılmıştır.
1040 yılında Dandanakan Meydan Muharebesi, 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi ve sonraki 9 asır içersindeki belli tarihler ordumuzun gelişimi açısından ciddi öneme haizdir.
1848 yılında Osmanlı Ordusu yaklaşık 300 bin kişilik bir güce yükseltilmiştir. 1. Dünya Savaşı yenilgisi, Osmanlı İmparatorluğuna pahalıya mal olmuştu. Ordu mevcudu 50 bin’e indirilmiş, silahları da elinden alınmıştı.
Ekranlarda gururla seyrettiğiniz askeri varlığımız o noktadan bugünlere Türk milletinin fedakarlıkları sayesinde gelmiştir.
Savaşların arzu edilir ve benimsenir bir yanı yoktur. Ne varki, bazen yaşamak için savaşmak zorunluluğu doğar. Siz istemeseniz de doğar.
Türk ordusu hiç bir zaman milletine mahçup olmamış, onu koruma görevini her daim ve her şart altında başarı ile yerine getirmiştir.
Türk’ü farklı ve güçlü kılan hatta bitti dendiği noktada dirilten de budur.
(Bu yazı 30 Ağustos 2016 tarihinde yayımlanmıştır)
***
ÜÇÜNCÜ YAZI
F. Gülen’in ‘yeşil kart’ mücadelesi’nin hikmeti!
AK Parti ile Cemaat’in can ciğer kuzu
sarması olduğu günlerdi. Türkiye’de Ordu’ya yönelik operasyonların yeni
başladığı, ancak birilerinin arzuladığı hızda gitmediği günlerdi. Bizim Hocaefendi
de ABD’de yaşayabilmek için ‚Yeşil Kart’ derdindeydi. Ünlü Time Dergisi
‚“Dünyanın en entellektüel 100 aydını” anketi düzenlemiş, Hocaefendi de
anketten çıkanlar arasındaydı.
O günlerde yaşananların, bugünü anlamamıza yardımcı olacağı inancı ile 26 Haziran
2008 tarihinde „Hocefendi, yol hazırlığına başlayabilir” başlığı ile yazdığım
ayrıntıları dikkatinize sunuyorum:
Şimdi anladınız mı “Dünyanın en entellektüel 100 aydını” anketinin ardındaki
numarayı? Meğer, herşey Fetullah Gülen Hocaefendi’nin Amerika’da Yeşil Kart
alabilmek için açtığı davada mahkemeyi etkilemeye yönelikmiş.
Gördünüz, haberin özeti şu; “ABD’de Oturma, Seyahat Etme ve Çalışma İzni
Sağlayan ‘Green Card’ (Yeşil Kart) İçin yaptığı başvuru ABD Vatandaşlık ve
Göçmenlik Servisi (Uscıs) tarafından.reddedilen Fethullah Gülen, Karar’ın
düzeltilmesi için açtığı davayı kaybetti.”
Demek ki, Hocaefendi’nin ABD’deki işi bitti. Yol hazırlığına başlayabilir.
Zamanlaması mükemmel bir başka mahkeme kararına da, “Yargıtay, beraat kararını
onadı” diye seviniyorlar.
Sevinsinler, haklarıdır. Kazanan herkes sevinir. Amerika’da yeşil kart alamadı
diye de üzülmesinler, “Bunda da vardır bir hayır” sözünü bizim hatırlatmamız
yakışık almaz.
Bizi sürekli takip edenler bilir; bir kaç kez Unesco Romanya Temsilciliği’nin
Hocaefendi verdiği ödülden bahsetmiştik. O ödül bile Amerikan mahkemesine
“Hocaefendinin önemli bir kişi” olduğuna kanıt diye sunulmuş. Mahkeme bu ödülü
tanımadığını bildirmiş. Yeşil kart almak için gerekli 10 kriter arasında
“Uluslararası arenada tanınan bir ödül almak” da varmış. Biz de saf saf
soruyorduk; “ABD’de yaşayan Hocaefendi’ye ‘dıdının dıdısı’ Unesco Romanya
Temsilciliği niye ödül verdi?”
Amerikan Mahkemesi, “Ulusal ve uluslararası arenada mesleğinde en üst seviyeye
yükselmiş olmak” şartını da bulamamış Hocaefendi’den. “Ben eğitimciyim” diye
oturum izni için başvuran Fetullah Gülen’e Mahkeme, “Hayır sen bir din
adamısın” diyor. “Müvekkilimiz akademisyen” tezini ileri süren avukatlara da
Mahkeme, “Gülen, akademisyenlikten çok uzak. Akademisyenlere para ödeyerek ve
kendi sponsorluğunda konferanslar organize ederek hakkında yazılar yazdırmak,
kendi çalışmalarını finanse etmek davacıyı akademisyen yapmaz” diyor.
Hocaefendi’nin savunması ileride başını çok ağrıtacağa benziyor. Savunmada Papa
ile görüşmesi, medet umularak Mahkeme’nin takdirine sunulmuş. Amerikan savcı,
“Gülen’in yazdığı kitapların hiçbiri eğitimle ya da eğitim modelleri ile ilgili
değil, tamamı dini çalışmalar. Ayrıca geleneksel laik eğitim ile inançlara
karşı hoşgörünün harmanlanmasıyla bir eğitim modeli yaratıldığı şeklindeki
ifade de inandırıcı değil” diyerek, Gülen’in talebinin reddini istemiş..
İnsan sormadan edemiyor; Amerikan oturumunu bu kadar önemli kılan ne?
Gülen’in yaptığının ekmek parası nedeniyele Almanya oturumu için kırk takla
atan düz işçinin yaptığından bir farkı var mı?

(Bu yazı 2.5.2015 tarihinde yayımlandı)