Hamdi YILMAZ -Denktaş’ı anarken

Yıl 1996. Aylardan Ekim..

KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş Almanya’nın o zamanki Başkenti Bonn’a gelmişti. Görünüşte kendisini bir Alman Vakfı konuk ediyordu. Ama herkes biliyordu ki, O Alman Dışişleri Bakanlığı’nın konuğu idi.

Bir akşam onuruna yemek verildi. Yemek oldukça uzun sürmüştü. Akşamın ilerleyen saatlerinde, davetlilerin kafaları da biraz çakırkeyf olunca, kendisi ile bir köşede yalnız kalarak konuşma fırsatı bulmuştum.

“Ne olacak bu Kıbrıs’ın hali?” minvalinde bir soru sordum.

“Olacak birşey yok. Olan olmuş zaten..” dedi.

“Biz konuşacağız, onlar konuşacak, bu iş böyle gidecek.”

Bir daha da Kıbrıs meselesinde yazı yazmaya fazla heveskâr olmadım. Kimsenin görmek istemediği gerçek kabak gibi ortadaydı. Olan olmuştu zaten. Ortada bir Türk Devleti vardı ve bu böyle gidecekti. Bunun değiştirilemez milli bir politika haline getirildiği ortadaydı.

Aradan yıllar geçti.

Kıbrıs için “Bu iş böyle gitmiyor” çığlıklarının ve AB baskısının gürültüsü ile Türkiye’nin ciddi bir yanılgı içine girdiğini düşünmeye başlamıştım.

Böyle düşünmemde Türkiye ve Kıbrıs’taki siyasi iktidar değişikliklerinin rolü vardı.

M. Ali Talat’ın cumhurbaşkanı seçildiği gün KKTC’ne sokulmayan gazeteler arasında Benim yönetim kurulu başkanı olduğum Anayurt gazetesi de vardı. AB de baskısını olabildiğince yoğunlaştırmıştı.

İşte sonunda Kıbrıs ‘Girit’leşiyordu!

Kıbrıs halkı da zaten AB pasaportu ve gündelik çıkar derdine düşmüş gözüküyordu.

Zaman bize iyiki yanıldığımızı gösterdi. Kıbrıs asla Girit’in akıbetine uğramayacaktı. Kıbrıs Türk halkı uyanma sürecine girdi. Batı ve Batı’nın şımarık çocuğu Rumların iki yüzlülüğünü gördü.

Halk yapılan seçimlerle M.Ali Talat’ı pazarlık masasından kaldırıp fırlattı.

Sonra, artık “Konfederal bir çözüm” isteyen Derviş Eroğlu masaya oturdu.

Böyle bir çözümü Kıbrıs Rum kesimi ise asla kabul etmeyecek, çünkü öyle bir çözümle Kıbrıs’ı ‘Girit’leştiremeyeceğini biliyor.

Öyleyse, ne olacak bu Kıbrıs işinin sonu?

Yazının başına dönelim ve cevabı KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’tan alalım: “Olacak birşey yok. Olan olmuş zaten. Biz konuşacağız, onlar konuşacak, bu iş böyle gidecek.”

Mi acaba?

(Bu yazı 21 temmuz 2014 tarihinde yayımlandı.

***

İKİNCİ YAZI

Denktaş ve Türkeş

Yıl 2000 olmalı. Bir Frankfurt yenilgisinin ardından Hollanda’da haftalığa indirgediğim bir gazete yayınının yanı sıra baskı işleri yapıyordum.

Bana ait olmayan üç- dört derginin de baskı işini üstlenmiştim. Bir gün Rotterdam’da bu dergilerden birinin bürosuna materyal almak için gittim.

Derginin sahibi yoktu. Büroda derginin sanat sayfasını hazırlayan arkadaş vardı. Hollanda’da okumuş, tiyatrocu bir gençti ve iyi Marksistti.

Sohbet ederken söz döndü dolaştı, terör örgütünün Rottterdam belediyesi önünde kurduğu çadırda Türkiye’yi karalama kampanyasına geldi. Çadır günlerce orda duruyor, sağduyu sahibi her Türk vatandaşını rahatsız ediyor ama kimse birşey yapamıyordu.

Marksist genç dediki, “Ağbi bir ümidim Ülkücülerdeydi. Ama onlar da birşey yapmıyor.”

O an nasıl bir duyguya kapıldığımı hatırlamam imkansız ama, bu satırların yazıldığı gecenin kör vaktinde gözlerim dolarak o sohbeti hatırlıyorum..

Marksist düşünceli bir Türk gencine bile vatan zora düştüğünde Türk milliyetçilerini ümit haline getiren insan 21 yıl önce 4 Nisan’da kaybettiğimiz Alparslan Türkeş’ten başkası değildi.  

Bir aydın düşüncesi olan Türk Milliyetçiliği fikrini halka yaydı, kendisine oy vermeseler bile hangi siyasi düşünce de olursa olsun vatansever her Türk’e Türk Milliyetçiliği’ni bir umut olarak ortaya koydu.

O yüzden 7 Nisan 1997’de Ankara’da milyonlarca ama hakikaten milyonlarca insan tarafından ebediyete uğurlandı.

Son görüşmemiz vefatından tam altı ay önce Düsseldorf’ta oldu. Ortadoğu Gazetesinin Avrupa baskısını yayımlıyordum. Türk Federasyon’un kurultayına katılmak için Almanya’ya gelmişti. Kendisini Düsseldorf  havaalnından uğurlayacaktık..

Uçak kalkmadan önce bir saati aşkın bir süre oturduk. Masada dört kişiydik. Diğer iki kişiden biri Federasyon Başkanı Mehmet Erdoğan’dı. O sohbetten aklımda kalan önemli sözlerden biri, “Yaşaması için yılana bile kaçacağı bir delik bırakacaksınız” deyişi oldu.

Yıllarca Başbakan yardımcılığı, milletvekilliği yapmasına rağmen pasaportu bizimki gibi lacivert pasaporttu. Başbakan Tansu Çiller’di. Diplomatik pasaportu bile yoktu. “İstesem verirler ama istemedim” dedi..

***

Alparslan Türkeş gibi Kıbrıs doğumlu devlet adamlarımızdan biri de Rauf Denktaş’tı. O zamanki başkent Bonn’da Alman tarafın onuruna verdiği bir akşam yemeğinin ilerleyen saatlerinde öylesi durumlara göre uzunca bir süre ikili sohbet imkanımız olmuştu. Şu fırdöndü dünyada sinirlerine nasıl hakim olduğuna hala şaşarım..

Çok sevdiğim devlet adamımız Denktaş henüz hayattaydı.

Bir gün Ankara’da yönetim kurulu başkanı olduğum gazetenin köşe yazarlarından birisinin yazısını önüme koydular. Adam Denktaş’ı yerden yere vuruyordu. Üstelik de haksızdı..

Odamda sinirimden Bizans askeri gibi bir saate yakın döndüm durdum. Sonuçta arkadaşları çağırıp “yayınlayın” dedim..

Gazetecilik zor ve ağır bir meslektir. Ne yazıkki dünya salt bizim sevdiklerimizden ve ve bizim düşüncelerimizden ibaret değildir. Sevmediğimiz düşüncelere tahammülü, onların da fikirlerini yayma, söyleme hakkı olduğunu böyle ağır deneyimlerden geçerek öğrendik.

***

6 Nisan 2018’de yayımlanan bu yazıyı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti merhum Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın 13 Ocak 2012’de ebediyete intikalinin 8’inci yılında bir kez daha dikkatinize sunuyorum. Yattığı yer nur olsun.

0 Paylaşımlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir