HAMDİ YILMAZ – ‘Gün olur asra bedel’
İnsan çokcası geçmişe baktığı zaman, geçmişte hayatın daha sade ve temiz olduğunu düşünür ve gerçek mutluluğu o yıllarda tattığına inanır. Sanırım, sinema ile arasında kurduğu en gerçekçi bağ da budur.
O günlerde yaşanan acı ve sıkıntılar büyük, teknoloji ve ulaşım imkânları şimdi daha gelişmiş olsa da insan öyle düşünür.
İnsan mutluluğunun kaynağı bilinen geçmişte mi, yoksa bilinmeyen gelecekte midir, bilinmez.
Hülya Koçyiğit, adını ve oyuncularını hatırlayamadığım bir filminde kalabalık bir ailenin geliniydi ve kalbi delik bir oğlu vardı.
Kocası ve kocasının kardeşleri küçük bir bakkal dükkanı ile işe başlamış, büyütdükçe büyütüyorlardı. İşler büyüdükçe borçları da büyüyor, çalışma tempoları artıyor, aileye ayrılan zaman sıfıra düşüyordu.
Kısacası kalbi delik çocuğun tedavisine bir türlü zaman ve sıra gelmiyordu..
1960’lı yıllar, dağ ve dağ eteği köylülerinin parayı sadece kasabada giyecek veya kumaş, sabun, misafir için çay, şeker, zeytin, pirinç, makarna ve portakal alımında kullandığı yıllardı.
Evini bile kerpiçten imece usulü ile kendisi yapardı.
Çocukluğumda bazen 1500 metre yükseklikteki Hasanpaşa Dağı veya 1700 metre yükseklikteki Armutlu Dağı’nın tepesine çıkınca, doğuya baktığımda 117 kilometre ötedeki Erciyes Dağı’nı tepesindeki karla birlikte görürdüm.
Kuzeye baktığımda Kuş Cenneti Seyfe Gölü ayaklarımın altında gibiydi. Vilayetimiz Kırşehir ile ilçemiz Mucur’u saymaya bile gerek yok. Güney’e baktığımızda Aksaray’ı kapatan dağları da görürdüm.
Coğrafyanın insanların gelecekteki düşüncelerini şekillendirdiğini çok sonraları anladık. Ama mutlaka, büyüdüğümüz coğrafyaydı bizi şekillendiren. Bu yüzdendir doğup büyüdüğümüz topraklara özlem.
Sonra bir sömestrelik de olsa öğretmenlik yaptığımız Erzurum Hınıs’ın Toprakkale köyü. İki metreyi bulan karlı günlerden, ekilip biçilmeyen tarlalardaki yaban bahar çiçeklerinin sabahtan akşama üç-dört renk değişimi de beni çok etkilemiştir.
Bazen öğleden sonra saat üçten sonra Hanımla dere tepe köy civarında gezindiğimizde dönüşümüz gün batımından sonraya kalacak olursa, bize eşlik eden köpeğin tedirginleştiğini de unutmam. Her neyse, bir tehlike hisseder, bizi uyarmaya çalışır, biz anlamayınca iki ara bir derede kalır, bizim yanımızda kalma riskini göze alamaz ama bizi bırakıp gitmeye de kıyamazdı.
Dere bitiminde bir tepenin üzerine oturur sanırım bizim bir an önce dereden çıkmamız için dua ederdi..
Dere tepe, dağ bayır, kar kış, çamur veya toz toprak, soğuk ayaz ve aşırı sıcak.. İnsanların ailece rızkı için didinip çırpındığı bir günün ardından oturulan yer sofrası..
Kızılderililerin kendilerine gelecekte eyalet merkezlerinde yazılan kaderi bilmeden yaşadıkları gibi bir hayat..
On bin liranın çok büyük para olduğu yıllarda, bir gün çobanlık için o parayı verseler kabul etmeyeceğimi uzun yıllar dillendirdiğim günleri de yaşadık.
Biz hiç çiftçilik yapmadık, çünkü toprağımız yoktu. Bazen babam başkasının 20-30 dönüm buğday ekili tarlasını para karşılığı (belki de buğday) tırpanla biçer, ben de biçilen sapları deste deste öbekleştirirdim.
Sarı sıcağın altında sabahtan akşama oruçlu ağzı ile tırpan sallardı. Ama iftar vakti gelse diye sızlandığını hiç görmedim.
Böylesi hayatları Dünya’nın en büyük romancısı Cengiz Aymatov çok güzel anlatır. Rusya’nın Benelux Büyükelçisi iken tanışma fırsatımız vardıysa da, ona zarar gelir endişesiyle gitmedim. Ama, ona gidip gelen ortak dostumuzdan bizi tanıdığını ve yayınlarımızı takip ettiğini biliyorum.
Aymatov’un ‘Gün olur asra bedel” adlı romanı böylesi otobiyografilerle doludur.