HAMDİ YILMAZ – İnsana su yerine idrar içirtme medeniyeti!
Bayramın birinci günü Romanya’da, bir arkadaşımla birlikte teknolojik bir sorunun çözümü için dağların arasında, Bükreş’e göre rakımı bin metre daha yüksek bir tepede yaşayan Bilgisayar mühendisi Rumen arkadaşımı ziyarete gittik. Rumen arkadaş sadece işi olduğu zaman bir, iki bilemedin üç günlüğüne şehre inen biri.
Yola çıkmadan önce arkadaşım beni almaya gelirken, yolunun üzerinde olduğu için “Gold Baklava” almasını rica ettim. Romanya’da yüzümüzü ağartan, kaliteden taviz vermeyen ve markalaşma yolunda ciddi mesafe almış bir baklavamız.
Muharrem Hoca’nın adamı uyuyor olmalıki dükkan kapalıymış. Delikanlının günahını almayalım, belki de başka yere sipariş götürmüştür.
Neyse arkadaşım geldi, korona virüs tedbirleri kapsamında kendi kendimize verdiğimiz şehir dışına çıkma izin kağıtlarımızı özenle hazırladı.
Giderken, bir başka baklavacıdan aldık baklavayı, yanına bir de Türk lokumu. Türk kahvesini de unuttuğumuza şimdi hayıflanıyorum.
Yiyecek, içecek muhabbetinden hoşlanmam. Bahsediş gerekçem artık tüm dünyada Türkler bu üçlü ile birlikte anılır oldu. Türk baklavası, Türk lokumu ve Türk kahvesi. Öyleyse bu üçlünün kalitesi doğal olarak Türk’ün de kalite göstergesi.
***
Varacağımız yere yaklaştıkça, Afrika’yı, Moskova’yı, kısacası tüm dünyayı görmüş olan arkadaşım bile benden önce doğanın güzelliğine dikkat çekti.
Bam başka bir dünyada üç-dört saat zaman geçirdik. Üç köpekli, bir düzine kedili, ördekli tavuklu ağaçtan yapılma ev. İçindekiler Rumen değil sanki Türk. Onu ye, bunu ye, yok bu “buranın peyniri” vs. Malum, misafiri yedirme içirme ısrarı bize has diyeceğim ama değilmiş. Rumen arkadaşın eşi de sanki bir Türk kadını..
Sonra evdeki ufak tefek eşyalar, “Bunu da İstanbul’da aldık, şunu da İstanbul’da İstanbul’da aldık” muhabbetleri.
“Avrupa malı” denince ağzının suyu akan bir neslin afhadı olduğumuz için bahsediyorum bundan.
Rumen arkadaşım, eşi ile birlikte 2-3 günlüğüne şehre indiğinde ev hayvanlarının yeme içme işini kendilerinin hallettiği bir sistem kurduğunu anlattı.
Tabii korona virüs filan da yok oralarda..
Dönüşte elinden her iş gelen arkadaşıma, ev yapımında kullanılan ağaçların zamanla esneme gevşeme yoluyla bozulup bozulmadığını sordum. Arkadaşım, çocukken çalıştığı marangoz atölyesinde ağaca ‘Bezir yağı’nı nasıl yedirdiklerini anlattı.. Bu sefer de ‘Bezir’i merak ettim.
***
Geçmişi özümsemeden geliştirilecek teknoloji insanoğluna mutluluk getirmez. İnsanı teknoloji sayesinde doğadan koparmaya çalışırsanız, sonuçları ağır olabilir. İnsanı ana kucağı gibi teknolojinin kucağına iterseniz korona virüsü mumla arayacağımız günler gelebilir.
Dün gece arşivden bir şey ararken eski bir yazıma rastladım. Sanki korona virüsün habercisi gibi geldi bana. Buyurun birlikte okuyalım 28 Mart 2012 tarihli yazımı:
***
Pazar günü ajanslardan iki su haberi birlikte düştü. Birincisi Malatya’nın Yakınca Beldesi’nde sudan zehirlenen kişi sayısının 300’ü bulduğu ile ilgiliydi.
İftarda kesilen sular sahurda gelmiş, o saatlerde su içenler sabah ishal nedeni ile soluğu hastahanede almışlar.
İkinci haber ise Amerika’nın Teksas Eyaleti’nden geldi. Amerika tarihinin en büyük kuraklık mevsimlerinden birini yaşarken, “Teksas’ın 27 bin nüfuslu Big Spring kasabası, su sıkıntısının çok daha beter bir duruma gelmemesi için içme suyunu idrardan sağlamaya karar verdi.
Geri dönüşüm projesinin başındaki isim John Grant, ‘normalde bir çaya akan kanalizasyonun temiz suya çevrileceğini’ belirtti.
Big Springliler 13 milyon dolar ve idrarları sayesinde içme suyu sıkıntısı çekmeyecekler.
İdrardan sulananlar sadece Big Springliler olmayacak. “California eyaletinin başkenti Los Angeles, azalan temiz su rezervini korumak için 700 milyon dolarlık bir proje tasarlıyor.”
Bundan yedi sekiz yıl kadar önce Amsterdam’da belediye’ye inşaat yapan bir müteahhitlik firmasının belediyeden para yerine su aldığını duyunca doğrusu şaşırmıştım.
Düşünebiliyor musunuz, İstanbul Belediyesi müteahhite para yerine Karadenizin yada Boğazın suyunu verecek. Müteahhitlik firması da o suyu arıtıp satacak. Amsterdam’da olan buydu.
Biz de Dicle ve Fırat’ın sularını din kardeşlerimize “Peşkeş çekiyoruz” desek abartmış mı oluruz, bilmem.
Her neyse, insanlığın son olarak, geldiği noktayı görüyor musunuz?
Savaş zamanlarında, kıtlık zamanlarında yaşananlar malûm diyeceğim ama şüpheliyim.
Anadolu’da at pisliğinin içinde arpa tanelerini arayanları dinleme şansınız oldu mu bilmem.
Teknoloji ne işe yarar, insanı ne kadar mutlu eder? Cevabı belli. İnsanoğlunun aldığı onca teknolojik mesafenin kendisini getirdiği yer, kendi idrarını kendisine içirtme noktası.
Allah’ın sopası yok ya! Ne kadar övünsek azdır!
***
Türkiye’nin dört katı nüfusu olan ABD’nin korona virüse Türkiye’nin 25 katı kurban verişinde “İnsana kendi idrarını içirme medeniyeti”nin katkısı var mıdır dersiniz?
İnsanı teknolojinin kucağına atma yerine, teknolojiyi insanın mutluluğu için kullanma anlayışına dönme zamanı geldi de geçiyor.
Yoksa korona virüsleri mumla ararız.