HAMDİ YILMAZ – Öğretmenimiz dayak konusunda pek adildi!

“Mektebin kapısına dar, taş bir merdivenle çıkılırdı. İçeri girilince ta karşıya Hoca Efendi’nin rahlesi gelirdi. Rahlenin önünde top yavrusu, müthiş, tuhaf bir tüfek gibi, siyah kayışlı, ağır falaka asılı dururdu. Hepimiz kırk çocuktuk. Kızları birkaç ay evvel bizden ayırarak başka yere kaldırmışlardı. Sınıf taksimi filan yoktu. Elifbe’yi, Amme’yi her şeyi bir ağızdan okuyor, rakamları bir ağızdan sayıyor, bir ağızdan ilâhi söylüyorduk. Bütün derslerimiz yeknesak umumi bir bestenin, mânâlarını asla anlamadığımız güfteleriydi.”

Ömer Seyfettin, Falaka adlı hikâyesinde böyle yazar.

***

1920’de vefat eden Ömer Seyfettin’in anlattığı Osmanlı dönemiydi, o falakayı görmedik biz.

Yarım asır sonra 1962-1963 öğretim yılında beş yaşında köyümüzdeki ilk okulda birinci sınıfa başladığımda, kara tahtanın bulunduğu duvarın sol köşesinde çöp kutusunu andırır bir şeyin içerisinde bulunan enva-î çeşit sopaları şimdiki gibi hatırlıyorum.

70-80 haneli köyümüzde okul sonrası sokaklarda çelik çomak oynamak yasaktı. Başkaca bir oyun da bilmezdik zaten. Öğretmen görürse ertesi gün o sopalardan biri ile eşek sudan gelene kadar dövülmemiz kaçınılmazdı.

Bizde kırk civarında çocuktuk sınıfta. İlk okul birden beşinci sınıfa kadar hepimiz aynı sınıfın içerisinde ders görürdük.

Öğretmenimizin kendi çocukları da vardı sınıfta. Onları diğer öğrencilerden daha fazla döverdi. Çocuğunun birisi okulda olduğunu unutup, “Baba kurban olayım vurma” diye ağlayarak yalvarırdı, dün gibi hatırlarım.

İlk iki sınıfı aynı öğretmen okuttu bana. Bir keresinde haksız yere dayak yediğim için aşırı ağlayarak tepki vermiş olmalıyım ki, okula bitişik çeşmede elimi yüzümü yıkamaya göndermişti beni.

İkinci sınıftayken, öğretmen dördüncü veya beşinci sınıftaki çocukları tahtaya kaldırır, problem sorardı. Onlar çözemediği zaman beni çağırırdı.

Çözerdim, mükafat olarak problemi çözemeyen çocukları benim dövmemi isterdi. O çocuklara tokat atmak için boyum dahi yetmezdi. Öğretmen diz çöktürürdü ben öyle tokatlardım. Ders sonrası o çocukların beni dövecekleri korkusundan mı, yoksa merhametimden mi, bilmem ama attığım tokatlar çok zayıf kalırdı.

Bu sefer yanıma gelen öğretmen “Öyle değil böyle vuracaksın” diye okkalı bir tokat indirirdi ki birkaç defa yere yıkılmışlığım olmuştu. Sonra ağlaya ağlaya kalkar olanca hızımla diz çökmüş çocukları tokatlardım.

***

Köyümüz güney batı yönünde genişlerken babam babasından ayrıldığında köyün kuzeyinde dağ eteğine doğru ev yapmıştı. Evimiz köyün hayli dışındaydı. İki dere geçerek okula ulaşırdım.

Karlı bir kış günü sabah okula giderken derenin birinde kara gömülüp kalmışım. Babam akşama doğru ben eve gelmeyince aramaya çıktığında bulmuştu beni.

İkiden üçe geçtiğim yaz öğretmen kasabaya tayin oldu, babam da okula bitişik olan öğretmenin evini satın aldı. Bu sefer bahçe duvarımıza açtığımız gedikten okulun avlusuna atlardık. Galiba benden küçük kardeşlerime en büyük iyiliğim bu olmalıydı.

Aklım yettiğinde yaptığım hesaba göre babam o eve verdiği para ile il merkezinde çok iyi bir ev alabilirmiş.

Üçüncü sınıfa başlarken evimiz okula böylesine yakındı ama bu sefer öğretmen yoktu. Ekim ayı geçmiş, Kasım yarılanmış ama öğretmen yok. Kayseri Ankara asfaltına üç kilometre olan köyün bitiminde bir tepenin üzerine çıkar, köye gelecek öğretmeni beklerdik. Yoldan köye doğru gelen birini gördüğümüzde “Öğretmen geliyor” diye koşarak karşılardık. Derken İzmitli lise mezunu birini öğretmen diye gönderdiler köyümüze.

Dördüncü sınıftaki öğretmenimiz hakikaten iyiydi. Dünyalı kalemtıraş hediye etmişti bana. O da çocuklara verdiği ödevleri bana okutturur, notu da bana verdirirdi. Bir hafta sonu çocuğun biri çiğdem toplama bahanesiyle beni köyden dışarı çıkartmış, “Sen lisede okuyan ağabeyime yaptırdığım ödeve nasıl zayıf not verirsin, sen lisede okuyan ağabeyimden daha mı iyi biliyorsun?” diye beni bıçaklamaya kalkmıştı.

Beşinci sınıftaki öğretmenimiz köye Çarşamba günü gelir Cuma günü giderdi.

Bir gün onu şikâyet için yanıma bir çocuk alıp on kilometre uzaklıktaki kasabaya yürüyerek gitmiştim. Ama kime şikâyet edeceğimizi bilmediğimizden ilk okul birinci ve ikinci sınıfta bizi okutan köylümüz dayakçı öğretmene gittik. Herkes severdi onu, biz de severdik. Hem zaten köyde kimin başı dara düşse ona giderdi.

Ona durumu anlattık. O da bize yüzer gram dışı şekerle kaplı leblebi alarak bizi gerisin geri köye göndermişti.

0 Paylaşımlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir