HAMDİ YILMAZ – Bir sonbahar günü
Yıl 1968.
İngilizlerin ‘Chaghri’ diye yazdıkları Çağrı Bey’in oğlu Alp Arslan’ın Anadolu’nun kapılarını Türklere açtığı 26 Ağustos 1071’den tam 897 yıl 1 ay sonrası 25 Eylül 1968 Çarşamba gününe denk geliyordu.
İkonium adı Konya, Mücürüm adı da Mucur olmuş, Anadolu’da Trakya’da dağın taşın uçan kuşun adı Türkçeleşmişti.
Mucur; 1868 yılında Bucak (Nahiye), 1914 yılında Osmanlı harbiye nazırı Enver Paşanın emriyle de Kaza (İlçe) olmuştu.
24 Eylül’ü 25 Eylül 1968’e bağlayan geceyi 10 yaşında bir çocuk olarak, Mucur’a bakan Çıbantepe’de geçirmiştim. Kendi koyun sürüsüne bakan çoban Mehmet Amca’nın nezaretinde otlattığım sürü gece saat 22:00-23:00 sularında uykuya dalmıştı.
Mucur’un ışıkları parlayıp duruyordu. ‘Yarın bu vakitler orada olacaktım’. Bu 10 yaşındaki çocuk için tarifi imkânsız bir duyguydu. İçim içime sığmıyordu.
Soğumuş bulgur pilavı ve karpuzdan oluşan akşam yemeğine oturduğumuzda sohbetimizin konusu buydu. Yarın o ışıklı kentte olacaktım. Oysa o sıralar 3 bin nüfuslu bir kentti Mucur.
O yıllarda köylüler çocuklarını okutmak isterler ama okuyunca kendilerini unutacağından korkarlardı.
Çoban Mehmet Amca da bana, “Yeğenim, yarın dudağı boyalı bir kız alır, babanı da bizleri de unutursun” diye şaka yollu takıldı. Oysa zifiri karanlık gecelerde sürülerimiz ayrı olduğu için beni uzaktan gözetip kollayan dünyalar iyisi Mehmet Amcayı da unutmadım hiç. Hep hayırla yâd ettim. Başkaca da bir şey yapamadım ona.
Gece saat bir sularında Mucur’un ışıkları söndü. Sonrasını çocuksu düşlerle geçirdim. Sabah ilk ışıklarla birlikte kendi sürümü Mehmet Amca’ya teslim ederek güneyimizde kalan ve köyümüzden Mucur’a giden yaya yoluna kadar koştum.
Babam eşeğin üzerine bir yorgan atmış, heybeye bolca yufka ekmek, bulgur, yağ salça filan koymuş köyden bana doğru geliyordu.
Bir saat sürmedi Mucur’a varışımız. Altı mağara olan bir buçuk odalı toprak bir eve vardık. Yükü indirdik, babam Mehmet Amca’ya emanet ettiğim sürüye ben de ‘Tepe’deki Mucur Orta Okulu’na gittim.
O yıllarda orta okul ve lise öğrencileri özel şapka takarlardı. Öğrencilerin hepsi kocaman kocaman çocuklardı, ben bebek gibi kalıyordum.
Bir ara baktım başımdaki şapka yok. Sağa sola ağlamaklı gözlerle bakınırken birisi getirip şapkamı bana verdi ve dikkat etmem için de uyarıda bulundu.
Sonra kocaman bir kız beni kucağına aldı, kalabalığın içinde herkesin bakışları altında döndürüp durdu. Herkes gülüşüyordu.
O günden sonra kızlardan uzak durdum. Zaten sonraları okuduğum okullarda sınıfın boyu ve yaşı en küçük öğrencisi oldum.
Öğretmen, idareci olduğum günlerde Milli Prodüktivite Merkezi Başkanı ile görüşmeye gittiğim de adam bana “Siz öğrenci misiniz, öğretmen misiniz? Nasıl hitap edeceğim?” diye sormak mecburiyetinde kalmıştı.
Defterim kitabım hiçbir şeyim yoktu. Matematik öğretmenimiz Sevgi hanım ikinci derse geldiğinde istediği kitap ve defterimin olmadığını görünce, “Geçen ders söylemedim mi? Nerede?” dediğinde “Öğretmenim sana söylemiştim, babam köyden gelince alacak” dedim.
Sevecen bir ifade ile kulağımı çekerek, “Büyüklere ‘sen’ diye hitap edilmez, ‘siz’ diyeceksin!” diye ilk dersini vermişti.
25 Eylül 1968. Orta Okula başladığım gün.
Sonraları ayların en çok 25’inci günlerini sevdim. İlk öğretmenliğe başladığım gün de 25 Ekim’di. Mühendis derecesinde Teknik Öğretmen olarak ilk özel sektör işime de 25 Ocak’ta başladım. Kuraklık sonucu iflas eden babam bir 25 Temmuz günü 183 koyunu kuzularımın arasına katıp gütmem için getirmişti. Bir yıl vadeli aldığı bu koyunları bir ay sonra dağa yanıma getirdiği üç adama peşin paraya sattığı gün de 25 Ağustos’tu. Yani babamın dolayısı ile bizim talihimizin döndüğü gün.
Bu yüzden hurafe de olsa ayın 25’inci günlerini severim ben ve o gün için için bir iyilik, bir güzellik beklerim.
Çoğu zaman da olmaz. Olsun, ben ayların 25’inci günlerini yine de sevdim hep.
Bu gün 25 Eylül, Orta Okula başladığım gün..