Hamdi YILMAZ & Cemaat Ağaları sahneye hazırlanıyorlar

*Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun

Yaklaşan seçimler dolayısı ile “Cemaat ağaları” sahneye arz-ı endam edecekler. Bu konu ile ilgli daha önce yazdığımız bir yazıyı güncelliği ve önemi dolayısı ile yeniden sunuyruz:

“-Oğlunuzun mesleği nedir, kızımıza bakabilecek bir geliri var mıdır?

-Oğlumuzun gül gibi mesleği var. Değil kızınıza, yedi sülalenize bakabilir.

-Ne iş görürler efendim?

-Kendisi, Cemaat Ağası’dır.

-Nasıl yani?

-Cemaat Ağası dedim ya! Ne demek nasıl yani?

Cemaat ağalığının bir meslek olduğunu bundan yıllar önce, Almanya’da bir dernek başkanından işitmiştim.

Geçen hafta sonu farklı farklı bir kaç şehire gidince, düzenlenen her törende onlardan birini gördüm. Daha önce de bir başka şehirde görmüştüm. Adam şehir şehir, tören tören dolaşıyor. Gazeteci değil, kameraman değil, yapılan törenlerle ilgili kamu görevlisi değil. Ama şehir şehir dolaşıyor.

Törenlerde alkış tutuyor, slogan atıyor, insanları galeyana getiriyor. Ömer Seyfattin’in ünlü hikaye kahramanı Efruz Bey gibi kitleleri harekete geçirme uzmanı.

Beyefendi demek ki, cemaat ağası..

Ne yer, ne içer, nasıl geçinir, bu değirmenin suyu nereden gelir? Bilen de yok, soran da yok. İtibarı var, atı arabası var. Kamu görevlileri, eşraf ve esnaf herkes onu tanır ve hürmette kusur etmez. Çoluğu çocuğu gül gibi yaşar. Futbolculuktan ve popçuluktan sonra gözde meslekler arasında sayabilirsiniz cemaat ağalığını.

Esasen millet ne çektiyse bu cemaat ağalarından çekti. Pespaye politikacıları onlar millete umut diye yutturdu. En masum ve mazlum vatan evlatlarını onlar toplumun gözünde tu-kaka görünür hale getirdi.

Kendileri hiç bir iş yapmadıklarından, sürekli eleştiri ürettiklerinden çapları ve meziyetleri ya da meziyetsizlikleri asla gözükmedi.

Hep, herşeyi bilen ve “ben dememiş miydim” ciler olarak kaldılar.

Kendileri, ağası konumunda oldukları kitleleri uygun gördüklerinin emirlerine amade kıldılar. İyi bir mürit oldular, sürekli şeyh uçurdular. Zaman zaman şeyh değiştirdikleri görüldüyse de kusurlarına bakılmadı.

(Bu yazı 15 Ocak 2007 tarihinde yayımlanmıştır)

***

İKİNCİ YAZI

EFRUZ BEY

Birileri ağzını yamultarak, “…… Bey” dediği an nedense aklıma hemen Efruz Bey geliyor.

Ömer Seyfattin’in Efruz Bey adlı eserini ilk okuduğumda ürpermiştim. Sağımda solumda gördüğüm nice Efruz Beylerin eline fırsat geçme ihtimali olmadığı için zararları kendineydi. Ama bir de kalem dairesinde katipken fırsat yakalayarak adını bile değiştirerek Ahmet gibi Efruz’laşanlar vardı.

Ömer Seyfattin’in kitabını okumamış olanlara Efruz Bey’i özetleyelim;

“Sırf satış, sırf gösteriş, sırf reklâm olsun diye, içinde bulunduğu zor ama gülünç durumu fark edemeyen biridir.”

 “Pek yakışıklıydı. Pek kibardı. Pek zengindi. Pek âlimdi. Pek edipti. Kimin nesi olduğunu kimse bilmiyordu. Ama herkes onu görünen şekline inanıyor, ihtiramda kusur etmiyordu.”

O “Yaşasın …!” diye nara attıkça herkes coşuyor, 20’den 100’e, 200’den milyona, derken milyonlara giden rakamların hiç bir anlamı kalmıyordu.

“Gösterişe, süse ve zenginliğe çok düşkündü. Her ay annesinin verdiği on beş lira ile kalemden aldığı iki bin beş yüz kuruştan başka on para bir geliri olmadığı halde, kendine bir zengin, bir milyoner süsü verir; tanıştıklarının hepsi de onu zengin tanırdı.

Halbuki bunların hiç aslı yoktu. Yalnız büyük adamlara mensup görünmekle kalmaz; cesur, şair, edip, feylesof, âlim, derviş, pehlivan, tamburacı, damacı, filan görünürdü”.

“Herkesi inandırmakta son derece mahirdi. Çünkü görünmek caka satmak istediği şeyin aslına hiç ehemmiyet vermezdi. Onun ehemmiyet verdiği şey, yalnız öyle görünmekti. İşte bütün kuvvetini bu tarafa sarfettiği için muvaffak olurdu. Görünmek istediği şeylerden biri de zenginlikti.”

 “- Ayol Ümmet-i Muhammedimin başında, yürümeğe böyle utanmıyor musun, Ahmet?” diyen annesine, verdiği cevap şöyledir:

-Affedersin anne! Benim adım Ahmet değil…’’

Efruz , hürriyeti nasıl ilân ettikleri hususunda ise, şu bilgileri verir:

“Bizim cemiyetimizin merkezi Patagonya’daydı. Fakat her sene kongremizi İstanbul’un tenha bir köşesinde Sulukule’de bir çingene evinin altındaki eşek ahırında yapardık. Düşündük taşandık, bizim istediğimiz kan dökülmeden hürriyeti elde etmekti. Ben bir proje yaptım. Sulukule’den ta Yıldız sarayına kadar bir tünel kazmak, Sonra bu tünelden geçtik bir gece müstebiti sarayının bir odasında yapayalnız yakaladım. Kafasını tabanca altına alarak hürriyeti ilân ettirdim…”

Aslında bu bilgilerin birer düzmece olduğuna kimse ihtimal vermeden dinlemektedir. Ancak, bir kişinin çıkıp da:

“-Kongrenizde on bin altı yüz aza olduğu anlaşılıyor. Bu kadar kişiyi içine alacak bir ahır Sulukule’de değil, İstanbul’da bile yok.” demesine karşılık, o şöyle cevap verir:

-Kongre için bütün âzânın toplanması icap etmez. On kişi, beş kişi, hatta iki kişi kâfi…

Diğerleri reylerini bunlara havale ederler.” 

(Bu yazı ilk olarak 14 Mart 2008 tarihinde yayımlanmıştır)

0 Paylaşımlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir