Komünizmin öteki yüzü ya da Tel Örgüler Ardındaki Romanya – 11

Hazırlayan: I. Kılıç.- Gazete Balkan Arşivi

KANAL CİNAYETLERİ

Çavuşesku’nun “çocuğu” olarak adlandırılan Tuna-Karadeniz Kanalı inşaatının tarihçesini ve bu fikrin Stalin’den çıktığını anlatmıştık.

Bugün ise, bu inşaatlarda mahkûm olan işçilerin hayat öykülerinden örnekler vereceğiz.

Zaharia Udrea 23 Mart 1923’te Sighişoara şehrinin yakınlarındaki bir köyde doğdu. Hukuk fakültesini bitirmesine rağmen, siyasi mahkûm olduğundan, işini yapmasına izin vermediler. Eğer Udrea’ya o zamanlarda bir soruşturmanın nasıl geçtiğini sorarsanız, birkaç saniyelik te olsa tüm vücudu sarsılıyor ve Soruşturmaların, dayakla, tehditle, özellikle de falakaya yatırılarak yapıldığını anlatıyor. Günde bir defa çorba sayılan, içinde sadece birkaç lahana yaprağı bulunan yemeği veriyorlardı.

Udrea, “Benimle birlikte 150 üniversite öğrencisi mahkûm vardı. Ne Çin’de ne de Rusya’da böyle hapishane göremezdiniz. Piteşti şehrinde bulunan bu hapishane, aslında, ‘eğitim’ veren bir hapishaneydi. Hanım Efendi, size hanımsınız diye söyleyemediğim bir sürü şeyler vardı. Bazı mahkûmları kendi pisliğini yemeğe mecbur ettiklerini söyleyebilirim. Kendi pisliğini yediğinde neyse, ama başkasına ait olanları yemeğe mecbur ettiklerinde, o zaman inanılmaz kötüydü. Bazıları dayandı, bazıları da…” derken gözelerine yaş doldu.

Birkaç dakika suskunluktan sonra, Udrea devam ediyor:

“Yaşaması gereken insanlar ölüyordu. Bütün ölüleri, Tuna Deltası’na gömüyorlardı. Yarım metrelik çukur kazıyorlardı ve o çukur hemen Delta’nın suyuyla doluyordu. Çırılçıplak, ölü oraya atılıyordu. Üzerine de toprak atıyorlardı. Tuna-Karadeniz Kanalı’nda da çalıştım. Dini bayramlardan önce, müthiş kontroller yapılıyordu. Bizi soyundurarak, bizde kağıdımız kalemimiz olmamasına dikkat ediyorlardı. Dışarıyla irtibat kurmak yasaktı. Bütün bunların suçlusu Komünist Partisi’dir! Ne İstihbaratı ne de insanları! Bu lanet olan Komünizm insanları bu hale getiren bir rejimdi!” 

Başka bir hayat öyküsü, Vasile Cosma’dan geliyor. Acımasız rejimin başka bir kanıtıdır.

18 yaşındayken, paraşütçülerin özel ekibinde çalışıyordu. 1947’te, o ve arkadaşları Komünist rejime tehlike olarak algılandıkları için, tutuklandılar.

İlk beş ay İstihbaratın alt katındaki odada yattı. Devlet kuvvetini ele geçirmek istediği sanılarak, her gün dövülüyordu. “Bu süre içinde, ailem benden hiçbir haber alamadı. Nerde olduğumu bilmiyorlardı. Altı sene, kapalı kaldım.” Diyordu.

Bu süre içinde Romanya’nın o zamanki önemli simalarını hatırlıyor. Kral I.Mihai’nin hikayesini de hatırlıyor. Anlattığı acıların arasında en önemlisi, Kanal’da çalıştığı ve İstihbaratçıların elinde kaldığı süre içerisinde bir kadın tarafından yumurtalıklarına vurulduğu ve bunlara iğne sokuluşu idi.

1991’de, birçok siyasi mahkûm tarafından Tuna- Karadeniz Kanal inşaatında yapılan soykırımın açığa çıkarılması istendi. Bunun için, bu hapishanelerde hayatlarını acıyla yaşayan üç kişi, Mirel Stanescu, Vlad Nicolau ve Gogu Cusa, inşaatın yolunu takip ederek, öldürülen insanların izlerini bulmaya çalışmışlardı.

Ölü kayıtlarının Komünistler tarafından yok edildiği anlaşıldı. Buna rağmen, bu üç arkadaş, arşivlerden sadece “839 ölü” raporu buldu. Bunlardan 211 kişi entellektüel, 203 kişi işçi ve yarısı da köylü olarak yazılıydı. Buldukları dokümanlara göre, ölüm sebepleri aşırı çalışmaları, dövülmeleri, aç bırakılmaları şeklindeydi. Veya yaşananların ardından ortaya çıkan hastalıklardan dolayıydı. 13 kişinin de vurulduğu belgelenmişti.

İstihbaratın arşivlerinde ise, 1952’de, ayda 30-40 mahkûmun öldüğü kayıt edilmişti.

Yine burada, 23 yaşında Ion Rapciug adında bir genç, ağır hapis gördükten sonra, hastaneye götürülüyor. Bacakları kangren olmuştu. Zincirler kauçuk çizmelerin üzerine bağlandığı için bacakları kangren oluşmuştu. Hastanede çizmeleri çıkarttıkları zaman, ayak tabanlarının derisi ve eti, çizmeleriyle birlikte koptu. Müthiş acılar içinde ölen bu gence, hastanede tedavi verilmedi tam tersi hapse tekrar götürülmüştü.

“Ölüm Kampı” adıyla bilinen bir yer vardı. Buradakiler kesinlikle ölüme mahkûmdular. Dayanmayanlar da çalışma saatlerinde trenlerin önüne kendilerini atarak, intihar ediyorlardı. Daha çabuk ölmeleri için, onlara yemek vermezlerdi. Oradakiler açlıktan, yerdeki bütün otları ve köklerini yemişlerdi. Bu kamptaki geçen her canlı yemek olarak görülüyordu. Fareler, yılanlar, solucanlar vs.

Bir gün, çok büyük fırtına kopmuştu ve ardında da yağmur yağdı. Hemen ortaya çıkan kurbağalar, canlı olarak mahkûmlar tarafından yenildi.

Açlık o kadar deliliğe yol açmıştı ki, akşam mahkûmların sayımından sonra ölen mahkûmun vücudundan yani ölüden parça parça alıp çiğ çiğ yiyorlardı.

Bunu gören nöbetçiler, ceset odadan çıkartılana kadar, takipte kalıyordu. Silahlı nöbetçilerin birisinin köpeği vardı. Birden köpek ortalıktan kaybolunca, aramalara başlanıldı. Nöbetçiler ölüm kampında, köpek ve kedi kemikleri de bulmuşlardı. Anlaşılan o ki, mahkûmlar köpeği yemişlerdi…

Her gün oradan ikişer ölü çıkartılıyordu. Ölüler, bir gölün kenarına atılıyorlardı. “Özgür Avrupa”, “Amerika’nın Sesi” ve “BBC” radyo kanallarında çıkan bu Kanal hikayesinin gerçekleri o zamanlar, İstihbaratı korkutmuş ve bütün delillerin kayıp olmasına neden olmuştu…

Kaynak: “Telegraf”, “Adevarul” gazeteleri ve “Expres Sibian” sitesi.

Vasile Cosma

Zaharia Udrea

Mirel Stanescu

0 Paylaşımlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir