SERPİL YILMAZ & Evrenin Hikayesi
Yaradılış üzerine o kadar çok hikayeler dinledik ve okuduk ki, şimdi size Franco Ferruccı’nin kaleminden Evrenin ve insanlığın akıl almaz serüvenini, yaratılışın ilk anından başlayarak, Yaratıcı’nın kendi ağzından dinlediğinizi hayal edin. Aranızda Tanrı’nın ağzından Evrenin Hikayesi kitabını okuyanlarınızda olabilir. Okumayanlara da tavsiye ederim…
“Zaman zaman, uzun dönemler boyunca, Tanrı olduğumu unutuyorum. Ama zaten hafızam hiçbir zaman kuvvetli olmamıştır. Kendi bildiğince bir gelir, bir gider. Son hatırladığımda, o kış sonu depresyonlarından birine gömülmüş durumdaydım. Sonra televizyonu açtım ve birden gözlerimin önünde bir sürü olay patlak verdi.
Lav püskürten bir yanardağ gördüm; Alpler’de bir kayak yarışı, Paris’in kırk yıl önceki halini gösteren bir film, Ekvator’da avlananlarla ilgili bir haber, Ottawa’da bir iş- yeri, naklen yayında bir açık kalp ameliyatı ve Kuzey Denizi’nin sualtı görüntüleri üzerine bir belgesel gördüm. Hayat hipnotik bir ağ gibi beni yeniden yakaladı. Kamera deniz dibindeki bir çiçeğin etrafında dönerken, ansızın, bütün bunları yaratanın ben olduğunu hatırladım. O andan itibaren, Tanrı olduğumu her hatırladığımda kapıldığım duygulara kapıldım. Kendimi yine çocuk gibi hissettim, dört gözle baharı bekleyen, maviliklere kanat açmaya hazır bir çocuk gibi.
Kışı yaratmak akıl karı değildi, bunu başından beri kabul ediyorum. Ama elimde değildi. Kapımı tekmelemiş dünyanın parçası olmak için diretmişti kış. İçimde kapır- danıyor, kabul görmekte ısrar ediyordu. Ben hep çelişki-lerle dolu, biraz tuhaf biri olmuşumdur ve ışığı çok sevmeme rağmen karanlık bir yanım da vardır.
Üstünde doğru dürüst düşünmediğim tek fikrim kış değildi. Ara mevsimlerin o ağır, rutubetli günlerine de bir türlü ısınamıyorum. Nasıl dik kafalıdır yağmur, san- ki her şey suya dönüşecekmiş, dünyada gri bulutlardan ve ıslak asfalttan başka bir şey yokmuş gibi nasıl dökülür göklerden. Şimşekli fırtınalardan söz etmiyorum; onları benden ve dramatik eğilimler içindeki birkaç kişiden başka seven yoktur, şairler ve aşıklar özellikle. Ben hem şimşeğin, hem gök gürültüsünün içindeyim. Ben bütün tutku patlamalarının içindeyim, çünkü kendimi orada yenilerim.
Çocukluğu düşünmek beni sevince boğuyor. Küçükken yaşama duygusunun sınırları yoktur, sadece var olmak mutluluk duymaya yeter. Artık yaşlı bir Tanrı olduğum hâlde bugün bile, sabahları, günümün bebeklik saatlerin de, aynı duyguyu hissediyorum. Yatakta yatıyorum, vücudum örtülerin altında ağır ağır, hevesle kıpırdanıyor. Tembellikle enerjiyi harmanlıyorum.
Ayaklarım kuzey yarımküreye bakıyor, Kanada’nın ve kutbun ötesine. Sağ kol Kaliforniya’nın ve Pasifik adalarının üzerinde uzanıyor. Sol kol Avrupa’ya doğru sarkıyor ve Uzakdoğuda öbürüyle buluşuyor. Baş ve omuzlar yerkürenin tabanına doğru uzanmış, sıcak denizlerin en sıcağına doğru. Kahvaltıdan hemen önceki Tanrı’yım ben, yüzüm yastığıma gömülü, bir bulutun üstündeymiş gibi.
Yukarıdaki gökkubbeye bakılırsa, küçüklüğümde fizik ve matematik oyunlarına yatkınlığım hepsinden güçlü olmuş olmalı. Kendi çocuk hâlimi uzayın içinde heyecanla koştururken hayal ediyorum; elimde şerit metreler, pusulalar, cetveller ve oyuncaklarla, hepsi birbirine karışmış. Yukarıdaki tuhaf kompozisyon bunu hala kanıtlıyor. Bir gece dışarıda yürüyüşe çıkın ve gökyüzünün düzenine bakın: Bir çocuğun oyun odasını görürsünüz. Her şeyi ortalıkta bırakmışım, her şey birbirinin içinde.
Gökbilimciler en büyük kahramanlarımdandır. Onlara sadece göklere düzen getirdikleri için değil, yıldızların soğuğuna aldırmadıkları için de hayranım. Soğuk algınlığına yakalanmaktan hiç korkmayan, kürklü ve kızaklı kutup kaşifleri gibi görürüm onları. Ne zaman aklıma gelseler, unutmuş olduğum bir şeyi hatırlarım. Galileo sayesinde kendimi yeniden bir çocuk olarak gördüm; etrafımdaki her şeyi unutmuş, gökyüzü büyüklüğündeki bir kağıda resim çizerken. Einstein beni insan beynini tasarladığım günlere geri götürdü; ince ince ayrıntılan dırılmış, kozmosun bir şeması gibi. Koridor ve odalarındaki o büyük karmaşayı, hiçliğe ya da galaksilerin bahçelerine açılan pencerelerini hatırladım; bir de o hep geç kalmışlık duygusunu, her odada başka bir zamanı gösteren saatleri ve geçen her saniyeyle yaşlanan ve gençleşen kendimi.
Başlangıçta, tam olarak uzay denemeyecek bir şeyin içindeydim. Gözlerimi bir boşlukta açtım ve bulunduğum yerin çıplak olduğunu gördüm: Havanın içindeki hava gibi orada hapsolmuştum. Hiçlikle sarmalanmış olduğu mu anladığımda kendi varlığımın bilincine vardım. Bundan daha kasvetli bir şey hayal edemezsiniz. Ne yana baksanız boşluk! Evrenimin başlangıcı işte buydu: Kalkıp kendime arkadaş arama dürtüsü.
O sabırsızlık içinde, koşulları düşününce şimdi bana komik gelen bir kaçıp kurtulma isteğine kapıldım. Boşluğun içinde her yönün diğerinden farksız olduğunu sezerek ve beni anlayabildiğimin ötesine doğru iten bir dürtüye karşılık vererek, amaçsızca her yana doğru emeklemeye başladım; hiçlikte hiçbir şey anlayamıyordum çünkü.
Sanatta, günün birinde dünyayı yaratma fikrine kapılan beyaz sakallı bir ihtiyar olarak tasvir ediliyorum. Oysa sadece bir bebektim ben, kalbimde yalnızlığın ezikliğini taşıyordum ve ilk hareketlerimle yapmaya çalıştığım şey evimin yolunu bulmaktı. İlk yıllarımdan aklımda hiçbir şey kalmamış. Etrafıma bakınacak yaşa geldiğim zaman gördüklerime bakılırsa, çok sıkıcı geçmiş olmalı. Bugüne kadar yaratılış anı bir yığın hayal ürünü varsayımla bin bir farklı biçimde anlatıldı: Ensestle, çocuklarını gövdeye indiren babalarla, titanlarla savaşan Tanrılarla ilgili bir sürü saçma sapan hikaye. Gerçek şu ki dünya, yalnız olduğumu anladığım ve buna bir çare bulmaya çalıştığım zaman başladı.
Sonradan olan her şey o ânın sonucuydu: Biçimi zaman ve uzam boyunca içimde dört bir yana yayan o müthiş titremenin, sonunda açılan o kapalı yumruğun, patlayan ve her yöne yapraklar fışkırtan o tohumun. Sonunda o yapraklardan biri düşünmeyi ve düşünen başka yapraklar yaratmayı başaracaktı; onların içinden de tohumunu düşünmeyi, hatta zihninde canlandırmayı beceren mucizevi bir yaprak çıkacaktı, ağacın ta tepesinde, bitkinin kökeninden o kadar uzakta, rüzgârlara ve bir ısınıp bir soğuyan havanın gazabına açıkken bunu yapmak ne kadar zor olsa da, ilk tohumu ve kendi büyümesini kavramayı becerecekti. İşte bu düşünen tohum insanoğlu olacaktı ama daha ışık yılları kadar uzaktı o günler.
Zamanın karanlık gecesi içinde amaçsızca sürüklenmem ne kadar sürdü bilmiyorum. Yavaş yavaş ısısını yitiren ve uzayda soğuk kayalara dönüşen yakıcı duygular içindeydim. Karanlıkta tökezleyerek, yalnızlıkla titreyerek kilometrelerce yürüdüm. En sonunda uçsuz bucaksız karanlığın içinde durdum ve haykırdım. O haykırışın bir ok gibi yükseldiğini, göklerin merkezine doğru fırladığını ve yıldızlara dönüşen küçük parçalara ayrılarak patladığını gördüm. Haykırışımın düştüğü yer de yanan bir top duruyordu, tek bir top. Etrafıma baktım ama görecek fazla bir şey yoktu. Işık evrenimin uçsuz bucaksız tekdüzeliğini aydınlatmıştı sadece. O kadar derin bir hayal kırıklığına uğradım ki, ışığı söndürmek ve karanlığa geri dönmek istedim.
Yaptığım bir şeyi geri alamadığımı işte ilk o zaman anladım. Bir şeyi yarattıktan sonra onu yok edemiyordum. Güneş sonsuza kadar ya da kendi doğal ölümüne kadar orada duracaktı.
Düşünsenize bütün bunları Tanrı’nın ağzından dinlediğinizi!