Mehmet Fuat ERGÜN & YÖNETİCİ YÖNETTİĞİNİ SANMASIN
Bazen kendime kızıyorum.
Bu kalemim neden başka konulara gitmiyor?
Siyaset neden yazmıyorsun? Neden güncel, o günün zirve yapmış konularına el atmıyorsun?
Hep soruyor kalemim beynime.
Çünkü beynimin fonksiyonu olan aklım yönlendiriyor beni.
Aklım, ”Fuat zaten yüzlerce hatta yurt genelinde binlerce yazar bu konulara fazlasıyla el atıyor.
Hatta üzücü konular da olayları aşırı derecede dikkatleri üzerlerine çekercesine abartarak yazıyor ve görsel yazılı medyada paylaşıyor.
Senin görevin bu olayları yaratan düşünceleri işleyen, yönlendiren aklı ve beyine yön veren EĞİTİM’e, yani temelinde OKUMA’ya; bilime, bilimin temelinde yatan araştırma, deney, matematik fonksiyonların birikimi TECRÜBE’ye önem ver. Bu konuları gündeme getir.” diyor.
Oynamayan gelin yerin dar dermiş. Benim de yazı alanım dar.
Kusura bakmayın oynamak istiyorum oynayamıyorum.
Yani uzun uzun yazamıyorum.
Yerim geniş de olsa yine yazmak gelmiyor içimden.
Çünkü Yüce Kitabımızın ilk emri OKU olmasına rağmen. Okumuyor.. Okumuyor.. Okumuyoruz..
Çevremi her an gözlemleyen biri olarak o kadar boş yaşıyoruz ki anlatamam.
Beş, altı sene önce, çocuklarıma iş ve konut olacak küçük bir inşaatı bütçemin elverdiği şekilde kendim yapmaya çalıştım.
Profesyonel yöneticilik çalışmama bu nedenle biraz ara verdim.
İnşatta çalışandan, inşaatla resmi kuruluşlar ve kanunlar ilişkisinin içinde neler gözledim neler.
İbadetimi fırsat buldukça yakın camide yapmaya başladım.
Ah bir görseniz. Nasıl desem, neresinden baksam anlatamam. Emekli olup da beş vakti camiye gelen. Ama özellikle öğle ve kindi vakitleri namazlarını camide geçirenleri görüyorum. Üzülüyorum. Adam elli altmış yaşlarında. Çoğu emekli. Ama hayatının en verimli çağında. Sabah ezanıyla bir çıkıyor evinden; cami müştemilatı kahvede bir incir çekirdeğini doldurmayacak konularla lak lak ederek namaz vakitleri dışında gününü gün edip, boşa harcıyorlar
Zannediyor Yaratan’ının sevgili kulu. Haşa.. Yaratan’ının en aşağı kulu. Çünkü okumadı. Ailesine çocuklarına zaman ayırmadı. İbadet yapıyorum gururuyla zamanını boşa harcadı.
Havanda su dövdü.
Şimdi gelelim bugünkü ana konumuza.
“Profesör Salih Neftçi…”
Türkiye’nin uluslararası alanda yetiştirdiği en önemli ekonomistlerden biriydi. “Finans dehası” olarak tanınırdı. Dünya Bankası’na, Çin Merkez Bankası’na, Uluslararası Kalkınma Ajansı’na, ABD Dışişleri Bakanlığı’na danışmanlık yapardı. Öngörüleri paha biçilmezdi. ABD, Çin, İsviçre üniversitelerinde ders verirdi. Tanıdığım en zeki insanlardan biriydi. Teori’yle pratik’in kesiştiği noktaydı. Maalesef çok erken kaybettik.
Rahmetlinin bir anısını profesyonel yöneticilik kariyerim gereği sizlerle paylaşmak istedim.
“Türkiye’nin köklü bankalarından birinin patronu beni aradı, atılım yapmak istediklerini söyledi, yöneticilerine eğitim vermemi istedi. Doğrusu hiç vaktim yoktu ama, neticede memlekettir, geldim. Bir hafta sürecekti. İstanbul’da küçük bir oteli kampa çevirmişlerdi. Bankanın yöneticileri, Anadolu’daki şube müdürleri, hepsi orada kalıyordu. Otelin restoranı, konferans salonu olarak kullanılıyordu. Kürsüye çıktım. Hani bir zamanlar kösele ayakkabının içine beyaz çorap giyme hastalığımız vardı ya… İlk dikkatimi çeken bu oldu. Hemen hepsi beyaz çoraplıydı. İngilizce bilen var mı diye sordum. Bir iki üst düzey yönetici haricinde, yoktu. Ama, istisnasız hepsinin önünde not defterleri vardı. Can kulağıyla dinliyorlardı.
Gece çalışıyor, ertesi sabah yeni yeni sorularla geliyorlardı. Merak ediyorlardı. Her saniyeyi değerlendirmek için, çaba harcıyorlardı.
Bu banka, Türkiye’nin en büyük bankalarından biri oldu. Elbette çok küçük bir parçasıydım ama, kendime gurur payı çıkarıyordum.
Seneler sonra, aynı bankanın patronu beni tekrar aradı, dünyaya açılmak istediklerini söyledi, yöneticilerine eğitim vermemi istedi. Tekrar geldim. Bu defa İstanbul’un en büyük otellerinden birinde kamp kurmuşlardı. Kürsüye çıktım.
İlk dikkatimi çeken, İtalyan ayakkabılar oldu. Karşımda oturanların, eğitime gelmekten ziyade, kokteyle gider gibi bir halleri vardı. İngilizce bilen var mı diye sordum. Gülümsediler. İstisnasız hepsi biliyordu. Ama, istisnasız, hiçbirinin önünde not defteri yoktu. Gözlerinden ‘biz zaten senin anlatacağın her şeyi biliyoruz’ ifadesi okunuyordu. Nezaketen dinlediler ama, tek soru bile sormadılar. Öğrenmek isteyen, bilgiye aç kadro gitmiş, onların yerine, her şeyi bildiğini düşünen kadro gelmişti.
Hayatın sürekli kendini yenilediğini; bilmekten çok, öğrenmeye devam etmenin daha önemli olduğunu unutmuşlardı.
İlk günün sonunda, akşam yemeğinde banka patronuyla buluştum. Bir hafta kalmama gerek yok, ben yarın döneyim dedim. Şaşırdı. Niye diye sordu. Batıyorsunuz dedim! İyice afalladı. Anlamadım dedi. Anlamadığınızı görüyorum, fazla dayanamazsınız, batıyorsunuz dedim. Tatsız bir yemek oldu. Ertesi gün New York’a döndüm. Seneye… Bu banka battı.”