HAMDİ YILMAZ & Dokunmayın, o bizim dostun putu!

Nasıl olsa yerine yenisi bulacak olduktan sonra birisinin putunu kırmak boşa zahmet değil mi? Yoksa toplum olarak birbirimizin putlarını kıra kıra mı doğrulara ulaşacağız? Aslında şu an yaşadıklarımız biraz da yeni bir put bulma, “istemezûk” diyerek put olma, İslam dünyasının zavallılarını heykeltraşı Batılı yeni bir put peşine düşürme çabası değil mi?

Peygamberimiz, “Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız” ve “İman etmedikçe cennete giremezsiniz” diyen bir dinin ümmeti olarak gönül rahatlığı ile birbirimizi boğazlıyoruz. Karşımızdakilerin boynuna yeni yaftalar asıp, cahiliye devri insanları gibi taş yağmuruna tutuyoruz.

Birbirimizi boğazlayalım da nasıl olursa olsun..

Türk, Kürt, Alevi, Sünni gibi işin erbaplarına göre boğazlama gerekçelerinin hası netice vermedi.

Doğrusu yabana atılmayacak zayiatlar verdik, kolumuz kanadımız kırıldı, ama ölmedik, tümden ortadan kalkmadık. Oysa, biz birbirimizi boğazlayalım da gerekçesi önemli değildi. Galatasaraylı veya Fenerbahçeli vs. olarak da birbirimizi boğazlamamız onlara yeterdi. Biz kendi kendimize kırdığımız kolları, yardığımız kafaları sarıp sarmalamaktan usanır hale geldik de onlar bizi can evimizden vuracak bir yok oluş sloganı üretemediler.

Bütün bunlara karşı Mustafa Kemal’in yan yana getirerek kullandığı o üçlü muhteşem kelime grubu var ya, içinde bulunduğumuz durumu nasıl da güzel özetliyor. “Gaflet, dalalet hatta hıyanet.”

Müstemleke valilerinin bölünme nitelendirmeleri vız gelir tırıst gider..

Yukarıda da belirttik. Hiçbiri tutmaz. Ama, o “Gaflet, dalalet, hıyanet.” üçlüsü yok mu? Asıl bu üçlüden korkmalıyız.

“Hıyanet” tıynetinde olanları hiçbir güç yollarından çeviremez, çünkü onlar menfaat elde ediyorlar. Üstelik bu menfaati “dalalet”leriyle yani kandırılarak inanmışlıklarıyla pekiştirmişler. Böyleleri milletimizin yakasına asırlarca yapışmış, bırakmazlar. “Dalalet” içindekilere yanlış yolda olduklarını gösterecek irfan ocaklarından mahrumuz.

Böylesi günlerde insan Erol Güngör, Cemil Meriç gibi sosyolog fikir adamlarını daha çok özlüyor.

Bu özlemle 13 Haziran 1987’de yitirdiğimiz Cemil Meriç’e kendisini anlatmasını rica edeceğiz bugün. O bize zaman tünelinden 24 Ocak 1963 tarihinden seslenecek:

“Yirmi dört yıl önce mahkemede Marksist olduğumu haykırmıştım. Ümitsizlikten doğan bir isyandı bu, bir nevi meydan okuyuş, yalnızlık içinde bir şey olmak ihtiyacı. Yılları zilletler içinde geçen, kah Türk, kah şehirli olduğu için horlanan göçmen çocuğu bir yere tutunmak, bir camiaya bağlanmak istiyordu.

Sınıfı yoktu. Dünyada başka milletler olduğunu dahi bilmiyordu. Ama kucağında yaşadığı topluma yabancıydı. O, şehirden gelmişti. Konuşması da giyinmesi de farklıydı. Yalnız yaşadı, bir cüzamlı gibi. Oynamadı, çocuk olmadı, içine ve kitaplara kapandı. 

Sonra lise yılları… yine yalnız, yine yabancı. Açlık; midenin, etin ve ruhun açlığı. Hayalindeki dünyalar birer birer yıkıldı.

Önce, öbür dünya. Bu haksızlıklar gayyası şuurlu bir Tanrı’nın eseri olamazdı. İmandan şüpheye, şüpheden inkara, inkardan maddeciliğe geçiş:

Büchner, Ebul ala, Hayyam. Ama şuurundaki bu devrim onu çevresinden bir kat daha koparıyordu. Küstah, tedirgin ve yalnız. 

Sonra yeni bir arayış, yeni bir bütünleşme ümidi: Türkçülük.

Yutar gibi okuduğu kitaplar: Yusuf Akçora, Türk Yurdu Koleksiyonları, Türk Yıllığı, Rıza Nur’un Tarih’i. Bin bir ümitle koşulan İstanbul. Gerçeğin soğuk çehresi. Ve kabusa dönen şovenizm rüyası. Nazım’la tanışma, Kerim Sadi. Sefalet. Ve kahkari bir hezimete benzeyen dönüş. İskenderun sancağı. Ve alışılmamış bir hürriyet havası. Putları kırılan göçmen çocuğu yeni bir put bulmuştur: sosyalizm.”

(Bu yazı 8 Ağustos 2015 tarihinde yayımlanmıştır)

0 Paylaşımlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir