İlmia Süleyman Kılıç & Romanya’da Türk İzleri

Türklerin egemenliği, 15. yüzyıl civarında Romanya Ülkeleri’nde başlamış ve 19. yüzyıla kadar, küçük kesintilerle birlikte, devam etmiştir. Her şey, Osmanlı İmparatorluğu’na vergi ödemeyi kabul eden ve ilk olarak Türklere boyun eğen Vlad Uzurpatorul’un yönetimindeki Muntenia (Romanya Prensliği) ile başlamış.

Kısa bir yolculuk planlamış bulunuyorum dolaysıyla izninizle Dobruca’dan başlıyoruz… Romanya ile Türkiye’yi birbirine bağlayan iki gizemli tünelin var oluşunu yeni öğrendim…en azından Ziua de Constanta gazetesi öyle bir iddia öne sürüyor…

Anlatılanlara göre, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce yazılmış bir kronikte, Karadeniz’in altındaki binlerce kilometre uzunluğundaki tünellerin nasıl Romanya’nın Dobruca bölgesindeki köylüler tarafından Türkiye’ye koyun götürmek için kullanıldığına dair ilginç bir hikâye anlatılıyor…

Birinci Dünya Savaşı’ndan önce, koyun ticareti oldukça canlıydı. Dobrucalı köylüler, Osmanlı İmparatorluğu’na koyunlarını götürüp iyi para kazanıyorlardı. İlginç olan, bu ihracatın kara yolu veya deniz yolu ile yapılmıyordu. Aksine, Karadeniz’in altındaki iki büyük tünel aracılığıyla yapılıyormuş.

100 yılı aşkın bir süre önce yazılmış bir kroniğe göre, günümüzün güney Dobruca bölgesinden ve Kadrilater’den, Karadeniz’in altından geçen iki büyük tünel inşa edilmişti. Bu tüneller, özellikle köylüler tarafından koyun sürülerini Osmanlı İmparatorluğu’na ve Küçük Asya Yarımadası’ndaki ülkelere taşımak için kullanılıyormuş.

Bu tünelleri kimin inşa ettiğine veya neden Karadeniz’in altından geçtiğine dair kesin bir bilgi yokmuş. İlginç olan ise, savaş sırasında bu tünellerin girişlerinin, ulusal güvenlik nedeniyle kapatılmış ve sıkı bir şekilde korunmuş olmasıdır. Ayrıca, komünizm döneminde güvenlik güçlerinin bu tünellerin varlığından haberdar oldukları ve kimsenin bunlara yaklaşmasına izin verilmediği söylenmektedir. Neden?

1980’lerde, Tuna- Karadeniz Kanalı inşaatında çalışan askerler, tesadüfen bu tünellerin bir başka girişini keşfetmişlerdir. Bu giriş, Murfatlar’daki bir mezarlıkta bulunuyor ve kanal işçileri tarafından düzenli olarak Bulgaristan’a geçmek için kullanılmış.

Bu iki tünelin gizemi oldukça ilginç çünkü bu yapıların, M.Ö. binlerce yıl önce, son derece gelişmiş bir teknolojiye sahip bir medeniyet tarafından inşa edilmiş olabileceği düşünülmektedir. Çünkü Karadeniz’in altından bu kadar karmaşık tünellerin inşa edilmesi, ancak son derece gelişmiş bir teknolojiyle açıklanabilir…

Yolculuğumuza devam edelim…Romanya’nın dolaştığınız her köşesinde, özellikle de Dobruca bölgesinde bu Toprakların tarihi, sizlere Türk izlerinden bahsedecek. Kaleler, yapılar, nehirler, tüneller, efsaneler… Türk izlerine her köşesinde rastlamak mümkün.

Her zaman galip gelmedik zaman zaman, kayıplarımız da olmuştur ve bu olaylar da Romen efsanelerine yer almış. Örneğin, esir alınan üç Türk’ün hikayesi günümüzde bile, hala ilgi çekiyor…Bu olay, çoğu ziyaretçiyi şaşırtan bir efsaneye sahiptir:

Hunedoara Kalesi’nin iç avlusunda bulunan, yaklaşık altı yüz yıl eski olan bir kuyunun efsanesi. Söylentilere göre, bu kuyu, Ioan de Hunedoara’nın döneminde üç Türk tarafından yapılmıştır. Efsaneye göre, Türkler 15 yıl boyunca kayaları delerek suya ulaşmışlar, ancak Ioan de Hunedoara onlara serbest bırakılacakları sözünü vermiştir. 1456 yılında Voivod, Ioan de Hunedoara ölmüş ve eşi Elizabeth Szilagyi, kocasının sözünü tutmayarak üç Türk’ün kafalarını kesmelerini emretmiş. Kuyunun yan duvarında bulunan bir yazı bu hikâyeyi doğurmuştur. Son dilek olarak, Türkler şu yazıyı yazmışlardır:

“Su var, ama kalp yok.”

Aslında, Türk asıllı Romen tarihçisi, Türkolog Mihail Guboğlu tarafından çözülen yazı, şu şekilde okunmaktadır:

“Bu yazıyı yazan Hasan, Gavur şehrindeki kalenin mahkumudur.”

Yazı, 15. yüzyılın ortalarına tarihlenen eski Türk harfleriyle yazılmıştır. Bu efsane, kale ve kuyunun halk arasında bilinen efsanelerinden biridir. 20. yüzyılın başlarından itibaren kabul görmüş ve 1980’lerden sonra, özellikle çocuklar için yazılan tarih hikayeleriyle oldukça popülerleşmiştir. “Üç Türk’ün Efsanesi” adı ile bu su kuyusunu çizmiş olan ressam Anamaria Mihai, bu tabloyu, 150 Euroya satışa çıkarmış. Hoş, fikrimi yazacak olursam, resim hikâyeyi çok ta güzel tasvir etmedi biraz abartmış ta diyebilirim…

Evet, Hunedoara’dan yine Dobruca’ya gidelim ve bugün yerleşim yerini Istria olarak biliyoruz, fakat 1914 yılına kadar adı Caranasuf’tu. Köyün yaşlıları, adı Nasuf adında zengin bir Türk’ten geldiğini söyler. Ancak bu hikâye, çok daha eski bir Türk köyüne dayanmaktadır. Bu köy, yaklaşık altı kilometre uzaklıkta ve adı Haydın’dı. Bir yıl köye korkunç bir veba musallat olmuş ve insanlar birer birer ölmeye başlamış. Bunun üzerine köyün yöneticisi Nasuf, tüm evleri yıkmayı ve evleri ateşe vermeyi emretmiş, böylece vebanın yayılmasını engellemeye çalışmış. Daha sonra, halkını güneydeki iki vadi arasında akan bir dere kenarına taşımış ve burada yeni köylerini kurmuşlar. Bu yeni köy, Nasuf’un adıyla anılmaya başlanmış. Uzun yıllar sonra, Türkler köyü terk etmiş ve yerine bu kez Bucovina’dan gelen Romenler yerleşmiş, ancak onlar da uzun süre kalmamışlar. Bir süre sonra köy, Bulgarlar tarafından yeniden kurulmuş. Bugün Istria adıyla bilinen bu yerleşim yeri, eski Türk adıyla hala hatırlanmakta ve Nasuf’un adı, Histria antik kalıntılarının sadece birkaç kilometre uzağında yaşayan köylüler arasında yaşamaya devam ediyor…

Evet, biraz yorulduk biliyorum ama, bu sefer, sizleri bir cennet köşesine, bir doğa güzelliği olan Caraş- Severin’e gidiyoruz…Burada bir aşk efsanesiyle, yolculuğumuza son veriyorum.

Gölün hikâyesi, efsane ile doğal güzellikleri birleştirerek uzak geçmişteki günlüklerde yer alır. “Ochiul Beiului” Gölü, yani “Bey’in Gözü” Gölü, canlı bir turkuaz renginde olup, adını oval şekli nedeniyle almıştır, bu şekil dev bir gözü andırır. Gölün çapı yaklaşık 20 metre ve en derin yeri 3,6 metredir. Göletin benzersizliği, her mevsim donmamasıyla daha da belirginleşir; bu özellik, özellikle sert kış aylarında bile göleti göçmen kuşlar için bir sığınak yapar.

“Ochiul Beiului” Gölü’nün hikâyesi trajedi ve romantizm ile harmanlanmış bir hikayedir.

Efsaneye göre, göletin benzersiz rengi doğaüstü bir kaynağa sahipmiş. Yüzyıllar önce, göletin rengi trajik bir aşk hikayesi yüzünden maviye dönüşmüş. Bu yerlerin bir zalim paşa tarafından yönetildiği söylenir. Paşanın, nadir bir güzelliğe sahip bir oğlu vardı. Gözlerinin o kadar mavi ve derin olduğu söylenirdi ki, onlara bakınca insan kendini kaybederdi. Bu güzel genç, ormanlarda avlanmaya giderdi. Bir gün, Poiana Florii’nde, koyunlarını güden güzel bir Valah kızıyla karşılaştı. Göz göze geldiklerinde birbirlerine anında âşık oldular. Paşa, oğlunun bir Valah kızına âşık olduğunu duyunca hemen hizmetkarlarını gönderip kızı öldürmelerini istedi. Hizmetkarlar, gencin sevdiği kızı öldürürler. Genç adam, sevgilisini cansız bir şekilde bulduğunda, acı gözyaşları döker ama hiçbir faydası olmaz. O anda genç, sevgilisini geri getiremeyeceğini fark eder ve hayatına son verir. Onun gözyaşlarından ve fedakarlığından, gözleri ve ruhu gibi mavi ve kristal berraklığında bir gölet meydana gelir.

*Kaynak: Ziua de Constanta /Adevarul Gazetesi/ Apuseni İnfo / Visitacarasseverin.ro / Descoperalumea.ro / Foto: Gandul

Formun Üstü

Formun Altı

Formun Üstü

Formun Altı

0 Paylaşımlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir