İlmia Süleyman Kılıç & Bir Pazar Yerinde Kaybolmuş Gurur
İlk kez bir semt pazarına adım attığımda yıl 2015’ti. Türkiye’de yeni sayılırdım ama içimde bir köklenme isteği vardı. Kalbim hala buralara tam ait değildi ama çocukluğumdan kalan o pazaryeri anılarını yeniden yaşamak istiyordum. Domateslerin kokusunu, “abla üç kilo al, bir kilo benden” diyen esnafın sesini, sabahın erken saatlerinde pazara akan kadınların telaşını özlemiştim.

Bir Perşembe günü, nihayet pazara gittik. Tezgahlar hala canlıydı. Marullar, salatalıklar, baharın son patatesleri… Hepsi yerli yerindeydi. Alışverişimizi yaptık, torbalar doldu. Tam çıkmak üzereyken, bir köşede farklı bir hareketlilik dikkatimi çekti.
Bazı kadınlar, pazarcıların kenara ayırdığı çürük, ezik ya da yarısı bozulmuş meyve ve sebzelerin arasına eğilmişti. Kimisi iki çocuğuyla gelmişti, kimisi yaşlıydı. Tek tek seçiyorlardı. Ezilmiş domatesin sağlam kısmı, biberlerin içinden ayıklanabilecek olanlar… Göz göze gelmemeye çalışarak, aceleyle, utanarak… ama onurlarını son gücüyle tutarak.
O gün Türkiye’de ilk kez ağladım.
Gördüğüm manzara, kalbimi derinden kanattı. Çünkü aynı pazar yerinde, aynı sabah güneşinin altında, biri “ıspanak mı alsam, pazı mı?” diye düşünürken, bir başkası akşam yemeğini çürüklerin arasından toplamaya çalışıyordu.
Bunu yazmak zorundayım. Çünkü bu bir utanç değil; bu bir gerçeklik. Bu satırları okuyan herkes bilsin: O kadınlar utanmamalı. Gözümüzü kaçırmamız gereken onlar değil. Asıl utanması gerekenler, o kadınların varlığını görmeyenler, o sofralara koyacak ekmeği sağlayamayan sistemlerdir.
Ve bu manzara bugün artık daha da yaygın. 2025 Türkiye’sinde sadece pazar artıklarını toplayanlar değil, pazara dahi çıkamayanlar var.
2015 yılında Türkiye’de yıllık enflasyon %8 civarındaydı. Bugün ise, TÜİK’e göre %75’in, bağımsız araştırmalara göre %120’nin üzerinde. Asgari ücret 22.000 TL. Ancak açlık sınırı 25 bin liranın, yoksulluk sınırı ise 60 bin liranın üzerinde. Yani bir ailenin yalnızca karnını doyurabilmesi için bile asgari ücretin çok üzerinde gelir elde etmesi gerekiyor. Fakat gerçek, rakamların ötesinde. Gerçek, pazarda çürük sebze toplayan kadınların yüzünde, beslenme çantasına bir dilim ekmek koyamayan çocukların gözlerinde.
Bir kilo domatesin 40 lirayı bulduğu bir ülkede, insanlar artık market raflarına değil, çöplerin kenarına bakıyor. Bu sadece ekonomik bir çöküş değil; bu, insan onurunun sessizce ezilmesidir.
Her sabah yoksulluğa uyanan milyonlarca insan var. Ve biz, pencere ardından pazara gidenleri izlerken, bu hayatlar sessizce geçiyor önümüzden. Peki biz ne yapıyoruz? Gözümüzü mü kapatıyoruz, yoksa sadece alışıyor muyuz?
İşte ben, o pazar çıkışında elimdeki torbaları taşırken aslında ağır bir yük hissetmedim. Ama içimde taşıdığım sorumluluk… O hala omuzlarımda.
Bu yazıyı yazmamın nedeni ne ahlaki üstünlük kurmak ne de sadece duygularımı dökmek. Ben sadece tanık oldum. Bir yaşamın, bir ülkenin sessiz çığlığına…
Ve soruyorum: Bu çığlığa ne zaman kulak vereceğiz?
